-
Kıble Kelimesinin Sözlük Anlamı
Kıble, sözlüklerde genel olarak iki anlamda
geçmektedir:
1.
Müslümanların, nerede bulunurlarsa
bulunsunlar, namaz kılmaya başlarken yönelmeleri gereken, Suudi Arabistan’ın
Mekke kentinde bulunan Kâbe’nin olduğu yön.
2. Güneyden esen yel.
-
Kıble Kelimesinin Kuran’daki Anlamı
Kaf-Be-Lam kök harflerinden oluşan bu kelime
esasında “Kıble” konusu başlı başına ayrı bir kitap konusudur.
Kuran meallerine bakıldığında genel olarak
“kabul etmek, yaklaşmak, yönelmek, kabile, önce, yön, karşı karşıya ”
anlamlarında çevrilmiştir.
Esasında genel olarak “kabul etmek” anlamına gelmektedir. Kelimenin
“istikamet, yön” olarak anlamlandırılan isim şekli; namazdaki yön olarak
düşünülmüştür. Oysaki yine “kabul edilecek istikamet, gidişat” anlamına
gelmektedir. Zira Kıblenin, namazda dönülmesi gereken bir yön olduğuna dair
Kuran’dan bir delil bulunmamaktadır.
Kıbleyi “şekilsel olarak bir yöne, bir tarafa
doğru dönüp durmak, bir yönü veya bir yeri kendine istikamet olarak almak” şeklinde
anlamlandırmak; Kıblenin en yüzeysel, en basit anlatımı olabilir.
Bu arada Mescidi Haram ve Mescidi Aksa
kavramlarının da iyi anlaşılması gerekmektedir. Bu kavramlar şimdiye kadar
yeryüzündeki belirli bölgeler olarak düşünülmüştür. Mescidi Haram, Dünya
gezegeninin; Mescidi Aksa ise Cennet’in sıfat isimleri olup; “Dünya Cehennemi” adlı başka bir
kitabımın konularıdır.
Evet,
Allah’ın kabul edeceği Kıble bir istikamettir, Dünya hayatında Allah’ı birleyen
İbrahim Milleti’nin yaşam tarzı doğrultusunda olmak ve bu doğrultuda yaşam
tarzı sürmektir. İbrahim’in Milleti olan ümmetin Mescidi Haram olan Dünya’da
hayatlarının sınavını vererek Mescidi Aksa'ya yani Cennete ulaşabilmeleri için
sadece Resul’e, dolayısıyla Allah’ın kitabına ve hikmetine uymaları, Allah’ın
Sıratı Müstakim dediği doğru yol üzerinde ilerlemeleridir. Yani “namazda
dönülen yön” olarak anlamlandırılan Kıble esasında ömür boyu sürdürülmesi
istenilen bir yaşam tarzı, stratejik bir gidişat, bir hedeftir.
“Namazda
dönülen yön” olarak yorumlanan ayetleri daha iyi anlayabilmek için İbrahim ile
ilgili ayetleri de işin içine katarak sırasıyla okumak gerekir.
Rabbi İbrahim'i kelimelerle imtihan ettiği zaman o da
onları tamamlamıştı. Dedi ki: "Şüphesiz ben seni insanlar için önder
kılacağım"… Dedi: "Soyumdan
da"… Dedi ki: "Ahdim zalimlere ulaşmaz"… (2:124)
(2:124) Ayetine göre kelimelerle
yaptığı imtihanı, İbrahim başarıyla tamamladığı için Allah, İbrahim’i insanlara
imam (önder) kılacağını ifade ediyor. Bunun üzerine İbrahim, zürriyetinden de
önderler çıkmasını temenni ediyor. Ama Allah, İbrahim’in zürriyetinden olan
zalimleri imam (önder) yapmayacağını belirtiyor. Bu aynı zamanda zalim
olmayanlar içinden önderler çıkacağı anlamına da gelmiş oluyor.
Hani,
biz evi (EL BEYT) insanlara güvenli bir sevap/toplanma yeri (MESABETEN)
kılmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den bir salât yeri (MUSALLEN) edinin. İbrahim
ve İsmail’e emretmiştik: “Tavaf edenler (TAİFİNE) ve itikâfa çekilenler
(AKİFİNE) ve rükû (RUKKAİ) ve secde edenler (SUCUDİ) için evimi (BEYTİYE)
tertemiz tutun.” (2:125)
Kuran’daki “beyt” kelimesi, genellikle “Kâbe” binası olarak
yorumlanmaktadır. Oysaki beyt, üzerinde insanların yaşamasına elverişli
kılınmış Dünya gezegenidir ve Kâbe binası ile yeryüzünde sembolize edilmiştir.
Ey iman edenler!
Allah’ın sembollerine/işaretlerine (ŞEAİRA) ve yasaklı yerleşkeye (ŞEHRAL
HARAME) ve hidayetine (EL HEDYE) ve kilidine/hayvanlarına (EL KALAİDE) ve
Rablerinin lütfunu ve rızasını arzu ederek yasaklı eve (BEYTİ HARAM) gelenlere
saygısızlık etmeyin. Helal iken (HALELTUM) avlanın. Sizi Mescid-i Haram’dan
çevirdiklerinden dolayı bir kavme karşı beslediğiniz kin sizi suç işlemeye
itmesin. İyilik ve takva üzere yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzere
yardımlaşmayın. Allah'tan korkun çünkü Allah’ın azabı çetindir. (5:2)
Allah’ın insanlığa,
insanlık tarihini anlatmak üzere resullerine yaptırarak sembolize ettiği Kâbe,
Süleyman Tapınağı gibi bazı yapılara ve bunun yanı sıra “Yasaklı Yerleşke” (Şehral
Harame) olan Dünya Gezegenine ve Allah’ın gönderdiği hidayet rehberlerine
saygılı olmak gerekmektedir.
“Yasaklı Yerleşke” (Şehral
Harame) olan Dünya gezegeninde, insanları kurtuluşa erdirecek hidayet ve bu
hidayetin kilidi bulunmaktadır ve bu kilidin anahtarı, Fatiha (Anahtar)
Suresi’yle başlayan Kuran içerisindeki yaşam tarzında gizlidir.
Üzerinde yasaklamalar
geçerli olan yaşam yerine yani başka bir tanımlamayla “Yasaklı Ev” (Beyti Haram)
olarak sıfatlandırılmış Dünya gezegenine insanlar ve hatta diğer bütün canlılar
Rablerinin rızasını kazanmak için gelmişler ve tekâmül basamaklarında
ilerlemektedirler. Bu yüzden Dünya hayatına gelmiş varlıklara da saygısızlık
etmemek gerekmektedir. Hayvanları zevk için veya ihtiyaç ile de olsa hamilelik
dönemlerinde avlamak yasaklanmıştır. Hayvanlar ancak yasaklılık durumundan
çıktıklarında ve avlanmaları helal olduğunda avlanmalıdır.
Aynı zamanda yeryüzünün
tamamı, İbrahim makamına (mertebesine) ulaşılabilecek yasakların geçerli olduğu
bir secdegah yani Mescidi Haram olduğu için yeryüzünün herhangi bir bölgesine
alınmayan veya bir bölgesinden sürgün edilen insanlar, bu yüzden bunu yapan bir
kavme kin gütseler de suç işlememelidirler. İyilik ve takva üzerinde
yardımlaşmalıdırlar. Allah’ın azabı çetin olduğu için Allah’tan korkmalı ve suç
işlemekten çekinmelidirler.
Yeryüzünün yaşama
elverişli bir yer haline getirildiği başka bir ayet zincirinde şöyle geçer:
Onları sarsmasın
diye yere de sabit dağlar yerleştirdik ve yol bulabilsinler diye ondan geçitler
ve yollar meydana getirdik. Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise
oradaki delillerden yüz çevirmektedirler. (21:31-32)
Dünya gezegeni, mevcut
atmosferi ile uzayın zararlı ışınlarından ve tehlikeli gök taşlarından korunmuş
olup; insanlığın ve diğer bütün canlıların yaşamasına elverişli hale
getirilmiştir. Atmosferin, yaşama elverişli korunmuş bir tavan olması; beytin
(evin) insanlara güvenli bir sevap kazanma ve toplanma yeri olmasıyla bağlantı
kurulmuştur.
İnsanlığın evrendeki
yaşam yolculuğunun, uzaydaki takımyıldızların yeryüzüne resmedilmesiyle
sembolize edilmesinin bir parçası olarak Dünya gezegeni de Kâbe binasıyla
sembolize edilmiştir. (“Yeryüzünde Resmedilmiş Gökyüzü” adlı başka bir
kitabımın konusu.)
Allah; yasaklı ev
Kâbe’yi (KABET EL BEYT EL HARAME) ve yasaklı yerleşim yerini (ŞEHRAL HARAME) ve
hidayetini (EL HEDYE) ve kilidini (EL KALAİDE) insanlar için ayağa kalkış
(KIYAMEN) yeri kıldı. Böylece göklerde ve yer olanları ve Allah’ın her şeyi
bildiğini şüphesiz anlayasınız diye… (5:97)
Dünya gezegeni aynı
zamanda yasakların geçerli olduğu “El Beyt el Haram” yani “Yasaklı Ev” anlamına
gelmektedir.
“Şehr” kelimesi de
takvimdeki ay anlamında düşünülse de kelimenin anlamı Ay’ın yörüngesindeki
döngü noktalarından kaynaklanmıştır ve Ay’ın döngü noktasında bir süre bekleme
hareketi yapmasından dolayı “yerleşim yeri” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla
tıpkı “Şehri İstanbul” tamlamasının
“İstanbul Yerleşkesi”, “Şehri Ramazan” tamlamasının “Ramazan Yerleşkesi”
anlamına geldiği gibi; “Şehral Harame” tamlamasının tam karşılığı da “Yasaklı
Yerleşke” olmaktadır. Bu da yine Dünya gezegeninin sıfatlarından biridir.
(2:125), (5:2) ve (5:97) ayetlerini birlikte düşündüğümüzde Dünya
gezegeni insanların üzerinde yaşamasına elverişli bir ortam, sevap kazanma ve
hidayeti bulma yeri olarak Allah tarafından yaratılmıştır.
İnsanlar Makam-ı İbrahim’den bir salât yeri edinmeli yani Dünya hayatında
Allah’ın vahyi ile kendilerini bilinç olarak geliştirerek İbrahim’in ulaştığı
bilinç mertebesine gelmek için salât etmelidirler. Salât etmeli yani vahyi
okuyup, öğrenmeli ve gereklerini yaparak sevap kazanmalı; böylece Allah’ın
inzal ettiği hidayet rehberlerine uymuş inanan insanlar olarak kurtuluşa
ermelidirler.
(2:125) Ayetinin “İbrahim ve
İsmail’e emretmiştik: “Tavaf edenler (TAİFİNE) ve itikâfa çekilenler (AKİFİNE)
ve rükû (RUKKAİ) ve secde edenler (SUCUDİ) için evimi (BEYTİYE) tertemiz
tutun.” kısmı İbrahim ve
İsmail’e; yeryüzünde sembolize edilmiş belirli yapıları ve dolayısıyla
insanlığın nereden gelip nereye gittiğini anlamaya çalışan, Allah’ın vahyi
üzerinde derin düşüncelere dalan, Allah’ın yarattığı nizama, varlığa, yaşama ve
koyduğu yasalara boyun eğerek aklıyla teslim olan, secde eden insanlar için
ortam hazırlamanın ve bunun da ötesinde küresel bir temizliğin emredildiğini
çağrıştırmaktadır.
Ve hani İbrahim dedi: “Rabbim! Bu beldeyi güvenli kıl.
Halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır.” Dedi: “İnkâr eden kimseleri az bir süre geçindiririm
sonra onu cehennem azabına mahkûm ederim. Ne kötü bir dönüş yeridir!” demişti.
(2:126)
İbrahim’in bahsettiği belde, bütün bir yeryüzüydü ve halkı da yeryüzünde
yaşayan bütün insanlardı.
Bu insanlardan Allah’a ve ahiret gününe inananlar rızıklandırılacak fakat
inanmayanlar ise rızıklandırılmalarına rağmen sonunda cehenneme mahkûm
edileceklerdir.
Ve hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (EL BEYTİ) temellerini
yükseltiyor, “Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin,
bilensin.” (2:127)
İbrahim’in İsmail
ile birlikte temellerini yükselttikleri ev özelde yani sembolik olarak Kâbe
iken genelde ise üzerinde insanlığın yaşadığı ve hidayete ererek kurtuluşa
ermeye çalışacakları Dünya gezegeni ve Allah’ı birleyen inanç sistemiydi.
“Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş (MUSLİMEYNİ) kimseler
kıl. Zürriyetimizden de sana teslim olmuş (MUSLİMETEN) bir ümmet kıl ve bize yapmamız
gerekenleri (MENASİKENA) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz sen, tevbeleri
kabul eden ve merhametli olansın.” (2:128)
İbrahim ve İsmail,
kendilerinin ve soylarından gelen kimselerin Allah’a teslim olan kimseler
olması için dua etmişlerdi. Allah’tan, teslim olan kimselerin yapmaları gereken
şeyleri göstermesini ve tevbelerinin kabul edilmesini istemişlerdi.
“Rabbimiz! Onlara içlerinden, ayetlerini kendilerine
okuyacak ve onlara kitabı ve hikmeti öğretecek ve onları temizleyecek bir resul
gönder. Şüphesiz, aziz ve hâkim olan yalnızca sensin.” (2:129)
İbrahim ve İsmail,
insanların içlerinden Allah’ın ayetlerini kendilerine okuyacak ve onları kitabı
ve hikmeti kendilerine öğretecek ve böylece onları temizleyecek resul
göndermesini Allah’tan istemişlerdi.
Nefsini sefih kılan kimseden başka İbrahim’in milletinden
kim kaçınır? Andolsun, İbrahim’i Dünya’da seçmiştik ve şüphesiz ahirette de salihlerdendir.
(2:130)
İbrahim’in milleti,
temellerini yükselttiği Allah’ı birleyen ve yalnızca O’na teslim olmayı kendine
ilke edinen inanç sistemine girenlerdir. İbrahim, Allah tarafından bu Dünya’da
seçildiği gibi; ahirette de salihlerdendir.
Rabbi ona “Teslim ol” dediğinde, “Âlemlerin Rabbine teslim
oldum” demişti. (2:131)
Rabbi, İbrahim’e
“teslim ol” dediği zaman İbrahim de “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” diyerek
teslimiyetini ifade etmişti. Bu teslimiyet ancak Allah’ın birliğine, varoluş
kurallarına ve Allah’ın inzal ettiği vahye koşulsuzca biat ile açıklanabilir.
İbrahim, bunu kendi oğullarına da vasiyet etti. Yakup da
öyle: “Oğullarım! Allah, sizin için bu dini seçti. Siz de ancak Müslümanlar
olarak ölün” dedi. (2:132)
İbrahim de Yakup da
kendi oğullarına (nesline), Allah’a teslimiyeti içeren Allah’ın dininde yer
almalarını vasiyet etiler ve bu dinin Allah tarafından seçilmiş olduğunu ve
Müslümanlar yani “Allah’a teslim olanlar” olarak yaşayıp, ölmelerini temenni etmişlerdi.
Yoksa siz Yakup’un, ölüm döşeğinde iken çocuklarına,
“Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” dediği; onların da “Senin ilâhına ve
ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek bir ilâha ibadet edeceğiz;
bizler O’na boyun eğmiş Müslümanlarız.” dedikleri zaman orada hazır mı
bulunuyordunuz? (2:133)
İbrahim ve Yakup’un
ortak temennisi, Yakup ölüm döşeğinde iken çocuklarının inandıkları ilaha
kulluk edeceklerini ve O’na boyun eğmiş Müslümanlar olduklarını ifade
etmeleriyle gerçekleşmiştir.
Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları
kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından
sorumlu tutulacak değilsiniz. (2:134)
İbrahim, Yakup ve
onların nesli gelip, geçmiş bir ümmettir. İnançları doğrultusundaki kullukları
ve yaptıkları işlerin sonucunda kendi kazançlarını belirlemişlerdir. Aynı
şekilde, bugünkü insanlar da dâhil onlardan sonra yaşayanlar da kendi
kazançlarını kendi yaptıklarıyla belirleyeceklerdir. Çünkü hiç kimse başka
kimsenin yaptıklarından sorumlu tutulmamaktadır.
"Yahudi veya Nasranî olun ki doğru yolu
bulasınız" dediler. De ki: "Doğruya yönelmiş olan ve Allah'a eş
koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız." (2:135)
(2:135) Ayetinden anlaşıldığına göre demek ki Yahudi veya
Nasrani olmak, Allah’a tam anlamıyla teslimiyeti içermemektedir. Hatta Yahudi
veya Nasranî olmak, doğrudan sapmış ve Allah’a eş koşmuş olmak demektir. Yahudi, kendini hidayette (hidayetteymiş
gibi) sanan; Nasranî, kendini Allah’ın yardımcısı (Allah’ın yardımcısıymış
gibi) sanan demektir. Bu yüzden "Yahudi veya Nasranî olun ki doğru yolu
bulasınız" diyenlere, "Doğruya yönelmiş olan ve
Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız."
şeklinde yanıt
verilmektedir. İbrahim’in dini de İslam yani “Barış ve Teslimiyet” dinidir.
Deyin ki: “Biz Allah’a ve bize inzal edilene ve İbrahim’e
ve İsmail’e ve İshak’a ve Yakup’a ve Esbat’a inzal edilene ve Musa’ya ve İsa’ya
verilen ile bütün nebilere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini
diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.” (2:136)
Barış ve Teslimiyet
dini, adı geçen ve geçmeyen bütün nebilere inzal edilenlere iman etmeyi ve hiçbirini
diğerinden ayırt etmemeyi gerektirmektedir. Yahudi ve Nasranîlerin, teslim
olmuş olanları yani Arapça ifadesiyle Müslümanları bu teslimiyet haricindeki
yollara çekme teşebbüsleri karşısında bu gerçek kendilerine ifade edilmelidir.
Eğer onlar böyle sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse
gerçekten doğru yolu bulmuş olurlar; yüz çevirirlerse onlar elbette derin bir
ayrılığa düşmüş olurlar. Allah, onlara karşı seni koruyacaktır. O, hakkıyla
işitendir, hakkıyla bilendir. (2:137)
Eğer onlar da teslim
olmuş olanlar (Müslümanlar) gibi iman ederlerse doğru yolu bulmuş olacaklardır.
Eğer bu inançtan yüz çevirilerse teslim olmuş olanların inançları ile derin bir
ayrılığa düşmüş olacaklardır. Bu takdirde Allah, teslim olmuş olanları
(Müslümanları) onlara karşı koruyacaktır.
Deyin ki: “Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışızdır. Boyası
Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz ona kulluk edenleriz.” (2:138)
Allah’ın dini içinde
olanlar, Allah tarafından diğerlerinden ayırt edici şekilde boyanmış ve
renklendirilmiş gibidir. İşte boyaların ve renklerin en güzeli budur. Bu yüzden
teslim olmuş olanlar (Müslümanlar) sadece Allah’a kulluk ederler. Yahudi veya
Nasranîlere bu gerçek ifade edilmelidir.
De ki: “Allah hakkında mı bizimle tartışıp duruyorsunuz?
Hâlbuki O, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize,
sizin işledikleriniz size aittir. Biz O’na gönülden bağlanmış kimseleriz.”
(2:139)
Ve Allah’ın da
Rabbi, Müslümanların da Rabbi olduğu ilave edilmelidir. Yahudi ve
Hıristiyanların yaptıkları kendi kazanımlarına, Müslümanların yaptıkları da
kendi kazanımlarına sebep olacaktır. Müslümanlar, teslim olmuş olanlar olarak
Allah’a gönülden bağlanmışlardır.
Yoksa siz, “İbrahim ve İsmail ve İshak ve Yakup ve Esbat, Yahudi
veya Hıristiyan idiler” mi diyorsunuz? De ki: “Sizler mi daha iyi bilirsiniz,
yoksa Allah mı?” Allah tarafından kendisine ulaşan bir gerçeği gizleyen
kimseden daha zalim kimdir? Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir. (2:140)
Yahudi ve
Hıristiyanların iddiasına göre İbrahim, İsmail ve İshak, Yakup ve Esbat;
Hıristiyan veya Yahudi’dir. Hâlbuki Allah, onları Müslümanlar yani “Allah’a
teslim olanlar” olarak isimlendirmektedir.
Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları
kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından
sorumlu tutulacak değilsiniz. (2:141)
İbrahim, İsmail ve
İshak, Yakup ve Esbat ve onların nesli gelip, geçmiş bir ümmettir. İnançları
doğrultusundaki kullukları ve yaptıkları işlerin sonucunda kendi kazançlarını
belirlemişlerdir. Aynı şekilde, bugünkü insanlar da dâhil onlardan sonra
yaşayanlar da kendi kazançlarını kendi yaptıklarıyla belirleyeceklerdir.
Dolayısıyla sonrakiler, öncekilerin yaptıklarından sorumlu
tutulmayacaktır.
İnsanlardan bazı beyinsizler diyecekler ki: “Onları
üzerinde bulundukları kıbleden (KİBLETİHİMU) çeviren nedir?” De ki: “Doğu ve
Batı Allah’ındır. O, dilediği kimseyi doğru yola iletir.” (2:142)
(2:142) Ayetinden
anlaşıldığı üzere bazı beyinsiz insanlar, Müslümanlar hakkında: “Onları
üzerinde bulundukları kıbleden çeviren nedir?” diyeceklerdir. Yani bu beyinsiz insanlar
Müslümanların, Allah tarafından kabul edilecek yönlenme ve gidişatlarını
beğenmemekte ve eleştirmektedirler. Buradaki konunun namazda dönülen yön
olmadığı açıktır. Konunun önceki ayetlerden beri gelişinden anlaşılmaktadır ki
İbrahim, İsmail ve İshak, Yakup ve Esbat ve de diğer Müslümanlar artık Yahudi
veya Hıristiyan veya başka bir din mensubu gibi yaşamamakta; Allah’ın onlara
vahiyle bildirdiği gibi yaşamakta, Allah’ın kabul edeceği şekilde hayatlarına
yön vermekte yani Kıblelerini değiştirmiş bulunmaktadırlar.
Görüldüğü gibi
isterse (bozulmamış) Tevrat isterse (bozulmamış) İncil’e göre yaşayan yani
Allah’ın vahyine göre yaşayan herkes Allah katında (Arapça karşılığıyla)
“Müslüman” olarak isimlendirilmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki Kuran’daki
Yahudi, Nasranî, Müslüman gibi isimler; Allah’ın dini yaşantı, düşünce ve
davranışlarına istinaden insanlara verdiği karakter isimleridir.
Burada anlatılan
Kıble konusunun namazdaki Kıble olmadığının diğer bir delili de ayetin
devamında beyinsiz insanlara söylenilmesi istenilen “Doğu ve Batı Allah’ındır. O, dilediği
kimseyi doğru yola iletir.” ifadesidir. Eğer Kıbleden kasıt namazda
şekil olarak dönülen yön olsaydı, “Doğu ve Batı Allah’ındır.” denilerek
insanlar değişik yönlere yönlendirilmez; namazda dönülen mescidi haram işaret
edilir ve “mescidi haram da Allah’ındır”
denilebilirdi.
Ayetteki “O,
dilediği kimseyi doğru yola iletir.” ifadesi, kastedilen doğru yol ile
Kıble arasında bir bağ kurmakta olup; Kıblenin Allah tarafından kabul edilecek
bir yol, bir gidişat, bir yaşantı hedefi olduğunun başka bir göstergesidir.
Böylece sizler insanlara birer şahit olasınız ve resul de
size bir şahit olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık. Her ne kadar Allah’ın
doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte
olduğun kıbleyi (KİBLETE) ancak resule tabi olanlarla gerisingeriye dönecekleri
ayırt edelim diye kıble (KALİBU) yaptık. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir.
Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir. (2:143)
(2:143) Ayetine göre Allah tarafından Müslümanlar ve onların resulü,
birbirlerine ve diğer insanlara şahit olsunlar diye yaşamlarında çok aşırıya
gitmeyen ve çok geride kalmayan yani ortalama bir ümmet (topluluk)
yapılmışlardır.
Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselere, yönelmekte oldukları Kıble
istikametinde yaşamak ağır gelmemekte fakat diğer insanlara ağır gelmektedir.
Dolayısıyla Kıble yani Allah’ın önerdiği ve kabul edeceği doğrultuda yaşam
sürmek; bu doğrultuda ilerleyenleri ve ilerlemeyenleri ayırt eden bir
kıstastır. Allah, bu doğrultuda yaşam sürenlerin bu imanlarını boşa
çıkarmayacaktır.
Yüzünü göğe
doğru çevirdiğini elbette görüyoruz. Seni hoşlanacağın kıbleye (KIBLETEN)
elbette döndüreceğiz. Bundan sonra yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ve siz
nerede olursanız yüzlerinizi o yöne çevirin. Ve şüphesiz kendilerine kitap
verilen kimseler, bunun Rablerinden bir hak olduğunu elbette bilirler. Allah
onların yaptıklarından habersiz değildir. (2:144)
Bu ayetle ilgili olarak Mescidi Aksa ve Mescidi Haram kavramlarına kısaca
tekrar değinmek gerekmektedir.
Mescidi Aksa, “uzak secdegah” demektir ve gökyüzünün en parlak yıldızı
Şira’nın (astronomideki adıyla Sirius) yörüngesindeki bir gezegen üzerindedir.
Kuran’da Tarık Yıldızı olarak da adlandırılmış olan bu yıldız sistemi ve yörüngesindeki
bir gezegen üzerindeki yaşam, Necm Suresi’de yer almıştır. Bu yıldız yeryüzünde
Süleyman Tapınağı ile sembolize edilmiş ve çevresiyle beraber Yahudilere vaat
edilen topraklar şeklinde Tevrat’ta yer almıştır. Yani aslında vaat edilen
topraklar, Necm Suresi’nde geçen Şira adlı meva cennetinin yeryüzüne
resmedilmiş sembolüdür.
Mescidi Haram ise üzerinde yasakların, kısıtlamaların yani haramların geçerli
olmasından dolayı “yasaklı secdegah” anlamında olup, Dünya gezegeninin sıfat
isimlerinden biridir. Onun etrafında yapılan tavaf, Dünya gezegeni üzerindeki
hayatı; Safa ve Merve tepeleri arasında geliş-gidişler ise Dünya hayatına doğum
ve ölümlerden oluşan tekrar doğuş geliş-gidişlerini sembolize etmektedir. (“Dünya
Cehennemi” adlı kitabımın konusudur.)
Allah’ın resulüne, İsra Suresi’nde bahsedildiği üzere Mescidi Haram’dan
Mescidi Aksa’ya bir gece yürüyüşü yaptırılmıştır.
Ve heves edildiği zaman
yıldıza andolsun. Arkadaşınız dalalete düşmedi ve azmadı. Ve o, hevesinden
konuşmaz. O sadece O’na vahyolunan vahiydir. O’na çok şiddetli ve kudretli olan
öğretti. Üstün güç sahibi göründü. Ve o, ufkun en yüksek yerinde. Sonra
yaklaştı, ardından sarktı. Böylece iki yay mesafesi kadar, (hatta) daha yakın
oldu. Böylece kuluna vahyedeceği şeyi vahyetti. Kalp, gördüğü şeyi yalanlamadı.
Yoksa gördüğü şey hakkında mı tartışıyorsunuz? (53:1-12)
Necm Suresi’ne adını
(Necm) veren yıldız, öldükten sonra gidilecek Cennetlerden biri (Meva) olduğu
için sure, bu yıldıza heves edilmesi üzerine bir yemin ile başlamaktadır.
Bizzat görerek tanık
olduğu olayları, bu yolculuktan döndükten sonra insanlara anlatınca onlar;
resul Muhammed’in gördükleri konusunda tartışmaya başlamışlardı. Çünkü resulün
anlattıkları çok ilginç bir olaydı ve inanılması da çok zordu. Bu insanlara
göre Muhammed gerçekten göğe yükseldiyse bir daha çıkıp oradan bir parça delil
getirmeliydi ya da Allah'ı ve melekleri karşılarına getirmeliydi. Madem göğe
yükselebiliyordu ve meleklerle görüşüyordu, o zaman altından evi olmalıydı. Ya
da herkesin gözü önünde tekrar yükselmeliydi... Mademki Allah ve melekler ile
görüşebiliyordu, neden bir melek yerine insan resul gelmişti?
Bu inanılması zor durum,
başka ayetlerde de dile getirilmişti.
Dediler
ki: “Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça yahut senin hurmalardan, üzümlerden
oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça yahut
iddia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe yahut Allah’ı
ve melekleri karşımıza getirmedikçe yahut altından bir evin olmadıkça ya da
göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap
indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz.” De ki: “Rabbimi tenzih ederim.
Ben ancak resul olarak gönderilen bir beşerim.” (17:90-93)
Resul Muhammed’in bir
gece vakti göğe çıkışıyla ilgili insanlara anlattıkları, onlarda (17:90-93)
ayetlerinde bahsedilen sözlü tepkileri vermelerine sebep olmuştu. Üstelik bu
yaşadığı şey, ilk de değildi.
Ve andolsun ki onu başka bir inişinde de gördü.
(53:13)
Allah’ın resulü, gördüğü cenneti ilk defa görmemişti…
Beden dışı yaptığı bu yolculuklarından birinin bahsi de İsra Suresi’nin başında
geçmiştir.
Kendisine
ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan
çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir.
Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir. (17:1)
Bu tip ruhani yolculukları yaşayan tek resul Muhammed
de değildir. Benzer bir itirazın
Şuayb'a da yapıldığı görülmektedir...
“Sen sadece
büyülenmişlerdensin.” dediler. "Ve sen, bizim gibi bir insandan başka bir
şey değilsin. Ve biz, seni mutlaka yalancılardan zannediyoruz. Öyleyse eğer
sen, sadıklardan isen üzerimize gökyüzünden bir parça düşür.” (26:185-187)
Görüldüğü gibi Şuayb da Muhammed gibi insanlara göğe çıktığını anlatmış;
onlar da kendisine büyülenmiş olduğunu söyleyerek yalancı olduğunu ifade
etmişlerdir. Ardından da kendisinden gökten getirmiş olduğu bir delil
istemişlerdir. Necm Suresi’ne ve resul Muhammed’in tanık olduklarına dönersek…
Sidretül Münteha'nın
yanında. O’nun yanında Meva Cenneti…
O
zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Göz şaşmadı ve aşmadı. Andolsun
Rabbinin büyük ayetlerinden gördü. (53:14-18)
Resul Muhammed;
Kuran’da Mescid-i Aksa (Uzak Mescid) ve Tarık Yıldızı (Yol Yıldızı) olarak da
ifade edilen, İsrailoğulları’na da yeryüzünde Süleyman Tapınağı ile sembolize
edilerek Cennet toprakları olarak vaad edilen bu yıldıza (İsra/Astral/beden dışı)
bir yolculuk etmiş ve Cennet-ül Meva (İkamet edilen Cennet) olarak bahsedilen
bu yerdeki Allah’ın büyük ayetlerinden bazılarına tanık olmuştur.
Siz, Lat ve Uzza’yı
gördünüz mü? Ve diğerini, üçüncüsü Menat’ı? (53:19-20)
Oradaki yaşamı görmüş,
oradan Dünya'ya gelen Dünya dışı elçilerin gerçek yaşamlarına tanık olmuş fakat
Dünya'da şefaat etmeleri gerekçesiyle Lat, Uzza, Menat gibi isimler takılarak
insanlar tarafından putlaştırıldıklarını anlamış olmalıdır. Aynı elçiler daha
önce pek çok defa diğer resullerle de irtibata geçmişlerdir.
Örneğin:
Ve onlara, o şehrin
halkını misal ver. Onlara elçiler gelmişti.
Onlara iki göndermiştik. Fakat ikisini de yalanladılar. Bunun üzerine
üçüncü ile aziz kıldık. O zaman onlar: "Muhakkak ki biz, size gönderilmiş elçileriz."
dediler. (36:13-14)
Bir diğer örnek:
Andolsun,
elçilerimiz İbrahim’e müjde getirip “Selâm sana!” dediler. O, “Size de selâm”
dedi ve kızartılmış bir buzağı getirmekte gecikmedi. Ellerini yemeğe
uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içinde bir korku
duydu. Dediler ki: “Korkma, çünkü biz Lut kavmine gönderildik.” (11:69-70)
İbrahim’e gelen elçiler, kendilerine ikram edilen
yemeği yemeyince İbrahim onların insan olmadıklarını anlamış ve bu yüzden
korkmuş olmalıdır.
Başka
bir örnek:
Dediler: “Ey Lut!
Muhakkak ki biz, senin Rabbinin resulleriyiz. Onlar sana asla ulaşamazlar.
Hemen gecenin bir kısmında hanımın hariç ailen ile gece çık, yürü. Sizin
içinizden biriniz geri dönmesin. Çünkü onlara isabet eden şey, ona da isabet edecek.
Muhakkak ki onlara vaad edilen vakit, sabah vaktidir. Sabah vakti yakın değil
mi?” (11:81)
Anlaşılan odur ki
örneğin Lut'a gelen resuller, inananları helakten kurtardıkları için sonraki
nesiller tarafından 'şefaat ediyorlar' gerekçesiyle putlaştırılmışlardır.
Erkek
size de dişi O’na mı? Öyle ise bu çok insafsızca bir paylaştırmadır. Onlar
ancak sizin ve atalarınızın (ilâh edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir.
Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar yalnız zanna ve
nefislerin arzusuna tâbi oluyorlar. Andolsun ki kendilerine, Rableri katından
yol gösterici gelmiştir. Yoksa insan, her temenni ettiği şeye sahip mi
olacaktır? Oysa Ahiret de Dünya da Allah’ındır. Göklerde nice melekler vardır
ki onların şefaatleri ancak Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu
kimselere yarar sağlar. Doğrusu ahirete inanmayanlar, meleklere
"dişi" adını takarlar. Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri
yoktur. Onlar sadece zanna uyuyorlar. Şüphesiz zan, hakikat namına hiçbir şey
ifade etmez. Öyle ise bizim zikrimizden yüz çeviren ve Dünya hayatından başka
bir şey istemeyen kimselerden yüz çevir. İşte onların ilimden ulaşabildikleri
nokta! Şüphesiz senin Rabbin, yolundan sapanı daha iyi bilir. O, hidayete ereni
de daha iyi bilir. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Kötülük
edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, iyilik edenleri de daha güzeliyle
mükâfatlandırması içindir. Onlar, ufak tefek kusurları dışında, büyük
günahlardan ve çirkin işlerden uzak duran kimselerdir. Şüphesiz Rabbin,
bağışlaması çok geniş olandır. Sizi, topraktan yarattığında da ve analarınızın
karnında ceninler iken de en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize
çıkarmayın. Çünkü O, Allah’a karşı gelmekten sakınanları en iyi bilendir. Şimdi
yüz çevireni; pek az verip de kaskatı cimrileşeni gördün mü? Gayb’ın ilmi kendi
yanında da o gerçeği mi görüyor? Yoksa Musa’nın ve Allah’ın emirlerini
bütünüyle yerine getiren İbrahim’in sahifelerindeki şu hakikatler kendisine haber
verilmedi mi? Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan için
ancak çalıştığı vardır. Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir. Sonra
çalışmasının karşılığı kendisine tastamam verilecektir. Şüphesiz en son varış
rabbinedir. Şüphesiz O, güldürür ve ağlatır. Şüphesiz O, öldürür ve diriltir.
Şüphesiz O, iki eşi, erkeği ve dişiyi, atıldığında az bir sudan yaratmıştır.
Şüphesiz tekrar diriltmek de O’na aittir. Şüphesiz O, başkalarına muhtaç
olmaktan kurtardı ve varlık sahibi kıldı. Ve
muhakkak ki Şira’nın (Sirius'un) Rabbi O’dur. (53:21-49)
İnsanlar, görevli
elçileri şefaat ediyorlar gerekçesiyle putlaştırmışlar ve onların mahiyetlerini
biliyorlarmış gibi nefslerinin arzusuna uyarak onlara Lat, Uzza ve Menat gibi
dişi isimleri takmışlardır. Hâlbuki Allah, onlar hakkında insanlara hiç bir
bilgi vermemiştir. Allah tarafından insanlara yol gösterici hidayet rehberi
gelmiştir. İnsanlar her temenni ettikleri şeyi elde edemezler. Dünya’nın da
ahiretin de sahibi Allah’tır. Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu
kimselere şefaat edecek göklerde melekler vardır. Meleklerin mahiyetlerini
bilmeden, zanna uyarak onlara dişi isimleri vermek büyük bir yanlıştır.
Allah’ın zikri olan Kuran’dan yüz çeviren ve Dünya hayatından başka bir şey
istemeyenlerden aynı şekilde yüz çevirmek ve uzak durmak gerekmektedir. Allah,
doğru yoldan sapanı da hidayete ereni de iyi bilmektedir. Göklerdeki ve yerdeki
her şeyin sahibi Allah’tır. Bunun böyle olmasının sebebi; kötülük edenlerin
yaptıklarıyla cezalandırılması, iyilik edenlerin de daha güzeliyle
mükâfatlandırılmasıdır. İyilik edenler, ufak tefek kusurların dışında büyük
günahlardan ve çirkin işlerden uzak dururlar. Allah’ın, bağışlaması boldur.
Allah, insanın yaratılışındaki her aşamada onu çok iyi bilmektedir. Kimin
kendisine karşı gelmekten sakındığını da çok iyi bilmektedir.
Gaybda başına
geleceklerden habersiz olarak Allah’ın zikrinden yüz çevirip, zikrin
gereklerini yapmayanlar, Dünya malı, mülkü uğruna cimrileşenler bu
yaptıklarının karşılığını göreceklerdir. Herkes yaptığının karşılığını bulacak,
hiçbir günahkâr bir başkasının günahını yüklenmeyecektir. Şüphesiz ki son varış
rabbedir. Güldüren ve ağlatan, öldüren ve dirilten O’dur. İnsanları O yaratmış
ve öldükten sonra tekrar diriltecek olan da O’dur.
Öldükten sonra
gidilecek cennet mekânlardan biri olduğu ve o cennette kendine özgü bir yaşam
mevcut olduğu için “Şira’nın Rabbi de O’dur” denilmiştir. Mevcut Tevrat’ta
Siyon olarak geçen, gökyüzünün en parlak yıldızı olan Şira’nın günümüz
astronomisindeki adı Sirius’tur.
Kısacası resul Muhammed’e, Dünya’dan Sirius’a (yörüngesindeki bir
gezegene) beden dışı (İsra Yürüyüşü olarak adlandırılan Astral Seyahat) bir
yolculuk yaptırılmış; resul, oradaki yaşama tanık olmuştur. Bu tanıklığı da
Necm Suresi’nde insanlığa anlatılmıştır.
Resul, gerçek Mescidi Aksa’ya beden dışı (İsra Yürüyüşü/Astral Seyahat)
bir yolculuk yaparak oradaki hayata tanık olunca aklı, “cennetül meva” olarak
bahsedilen o yerde kalmıştır. Dolayısıyla (2:144) ayetinde de bahsedildiğine
göre yüzünü sürekli göğe doğru çevirmektedir… Bunun sebebi, resulün hoşlanacağı
gerçek Mescidi Aksa’nın yeryüzünde bulunmayışı ve bunun namazla bir ilgisinin
olmayışıdır.
Resulün ulaşmak istediği gerçek hayat orasıdır ancak yeryüzündeki risalet
görevi o esnada henüz tamamlanmamıştır. Bu yüzden resulün ve diğer mümin
insanların o cennete ulaşmalarının tek yolu görev, sınav ve dolayısıyla tekâmül
açısından Dünya hayatı üzerindeki rollerini başarıyla tamamlamalarıdır. İşte
kendilerine kitap verilen kimseler bunun Rablerinden bir hak olduğunu bu
şekilde bilmektedirler.
Resulün o cennete girmiş ve oradaki hayata başlamış olması yani razı
olup, hoşlanacağı Kıbleye ulaşması ancak yeryüzünde vefat ettikten sonra
gerçekleşmiş olmalıdır. Zira “Seni
hoşlanacağın kıbleye (KIBLETEN) elbette döndüreceğiz.” denilmiş fakat
bu vaat yeryüzünde yaşam sürerken gerçekleşmemiştir.
Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü
mucizeyi getirsen de onlar yine senin kıblene (KİBLETEKE) uymazlar. Sen de
onların kıblesine (KİBLETEHUM) uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine
(KİBLETE) de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların
arzu ve keyiflerine uyacak olursan o takdirde sen de mutlaka zalimlerden
olursun. (2:145)
Allah’ın resulü
Muhammed, kendilerine kitap verilenlere büyük bir mucize olarak Allah’ın
izniyle Kuran’ı getirmiş ve böylece onlara çok önemli bir gayb bilgisini
hatırlatmıştır. Bu gayb bilgisi, Dünya hayatında takva sahibi olanların
öldükten sonra yaptıklarının mükâfatı olarak cennette diriltilecekleridir. Aynı bilgiler Musa’nın ve İbrahim’in
sahifelerinde de daha önce bildirilmiştir. İşte müminlerin Kıblesi budur. Yani
bir başka ifadeyle Allah’ın zikri doğrultusunda yaşam sürmek ve öldükten sonra
dirilecek cenneti hedeflemek…
Bu yüzden müminler,
bu Kıbleye inanmayanların Kıblelerine uymazlar. Çünkü onların Kıblesi, Allah’ın
doğru yolunda ilerlemek olmadığı gibi, Dünya hayatının geçici menfaatlerinin
peşinden koşmaktır. Dolayısıyla inkârcıların menfaatlerinin farklı olması
yüzünden birbirlerinin Kıblesine de uymazlar. Kendilerine verilen ilme yani
gayb bilgisine rağmen inkârcıların geçici Dünya nimetlerini hedefleyen
Kıblesine uyan müminler zalimlerden olmuş olurlar.
Kendilerine kitap verdiklerimiz onu oğullarını tanıdıkları
gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden birtakımı bile bile gerçeği gizlerler.
(2:146)
Kendilerine kitap
verilenler, Allah’ın resulü Muhammed’i çok iyi tanımaktadırlar. Çünkü Muhammed,
kendilerine inzal edilmiş hak kitaplarda bildirilmiştir. Ancak bu bilgileri
gizlemekte ya da saptırmaktadırlar.
Hak Rabbindendir. Artık, sakın şüpheye düşenlerden olma!
(2:147)
Allah’ın zikri
Kuran, Allah’ın resulü Muhammed ve insanlığa bildirdikleri şüphesiz
gerçeklerdir.
Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun,
yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah’ın
gücü her şeye hakkıyla yeter. (2:148)
Ve nereden
çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ve bu elbette Rabbinden bir
haktır. Ve Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir. (2:149)
Nereden yola çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram’a doğru
çevir. Siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü Mescid-i Haram’a doğru çevirin ki
zalimlerin dışındaki insanların elinde bir koz olmasın. Zalimlerden korkmayın,
benden korkun. Böylece size nimetlerimi tamamlayayım ve doğru yolu bulasınız.
(2:150)
Kıblenin bir yaşam tarzı olduğunun diğer bir göstergesi, (2:148-150)
ayetleridir. “Herkesin yöneldiği bir yön vardır.”
ifadesinin namazda dönülen yön olmadığı, gerçek Kıblenin bir amaç doğrultusunda
ve Allah’ın dilediği şekilde yaşamak olduğu; ayetin devamında insanlardan
hayırlara koşmalarının ve hayırlarda yarışmalarının istenmesinden
anlaşılmaktadır.
Müminler yaşamları boyunca yüzlerini Mescid-i Haram’a dolayısıyla
yasakların (haramların) söz konusu olduğu secdegah olan Dünya hayatındaki
sınavlarını başarıyla sonuçlandırmalarını sağlayacak yaşam tarzına dönmelidir.
Bu sayede Dünya hayatı sınavlarını kazanacak ve vefatlarından sonra Mescidi
Aksa’ya yani cennetül meva (ikamet cenneti) olan Şira’ya ulaşacaklardır. Bunun
böyle olması, rablerinden gelen bir haktır ve herkes kazandıklarının
karşılığını görecektir. Müminler zalimlerden değil, Allah’tan korkmalı;
Allah’ın öğütleri doğrultusunda yaşayarak hidayete ermelilerdir. Allah da
böylece insanlara olan nimetini tamamlayacaktır.
Kıble ile
ilgili ayetlerde görüldüğü gibi, Kıblenin namaz kılma esnasında dönülmesi
gereken bir yön olduğu ifade edilemez. Ayetlerde kastedilen Mescid-i Haram’ın,
Kâbe denilen dört duvardan oluşan yapı ve aynı zamanda Kıble olduğu düşünüldüğünde
bu Kıbleye salât sırasında dönüleceğinin Kuran’da bir delili yoktur. Çünkü
anlamı “namaz kılmak” fiili ile örtülmüş olan salâtın ikamesi şekilsel bir
ibadet değildir. Ayrıca Kıble de salâtın bir parçası değildir.
Musa’ya ve kardeşine, “Kavminiz için Mısır’da evler
hazırlayın ve evlerinizi kıble (KIBLETEN) ve salât ikame edilecek (EKİMUS
SALATE) yerler yapın. Müminleri müjdele” diye vahyettik. (10:87)
(10:87)
Ayeti Kıblenin, “salâtın ikamesi” fiili ile
birlikte geçtiği tek ayettir. Bu ayette ise Musa’ya ve
kardeşine, kavimleri için Mısır’da evler hazırlamaları ve evlerini Kıble ve
salât ikame edilecek yerler yapmaları istendiğinin vahyedildiği açıklanmıştır.
Allah bu ayet ile Musa ve kardeşinin kavmine, evlerini Kıble yapmalarını yani
aile düzeninde yaşam kurmalarını ve evlerini salât ikame edilecek yerler
yapmalarını yani yaşamlarında uygulamak amacıyla vahyi evlerinde okuyup,
öğrenmelerini emretmiştir.
Kıble konusunu iyi anlamak için öncesinde
İbrahim’in kelimelerle imtihanını, duasını, insanlara imam oluşunu ve milletini
iyi anlamak gerekmektedir.
Kısacası Kıble; İbrahim Milleti’nin yaşam tarzı
doğrultusunda olmaktır, bu doğrultuda yaşam tarzı sürmektir. İbrahim’in Milleti
olan ümmetin Mescidi Haram olan Dünya’da hayatlarının sınavını vererek Mescidi
Aksa'ya yani Cennete ulaşabilmeleri için sadece Resul’e, dolayısıyla Allah’ın
kitabına ve hikmetine uymaları, Allah’ın Sıratı Müstakim dediği doğru yol
üzerinde ilerlemeleridir. Yani Kıble, Allah’ın öğütlediği doğru yol üzerindeki bir
yaşam tarzı ve dolayısıyla stratejik bir hedeftir. Kıble, Allah’ın önerdiği ve
kabul edeceği doğrultuda yaşam sürmek, Allah’ın doğru yolu istikametinde
ilerlemektir. Kıble, sıratı müstakimin yani Allah’ın doğru yolunun
istikametidir.
-
İçerisinde Kıble Kelimesi ve Kelimenin Türevleri Geçen Ayetler
2. Bakara Suresi: 4, 21, 25, 48, 89, 91,
108, 118, 123, 127, 142, 143, 144, 145, 177, 183, 198, 214, 237, 254, 286.
3. Ali İmran Suresi: 4, 11, 35, 37, 85, 90,
91, 93, 137, 143, 144, 164, 183, 184, 186.
4. Nisa Suresi: 26, 47, 60, 94, 131, 136, 159,
162, 164.
5. Maide Suresi: 5, 27, 34, 36, 57, 59, 75,
77, 102.
6. Enam Suresi: 6, 10, 28, 34, 42, 84, 111,
148, 156, 158.
7. Araf Suresi: 27, 38, 53, 101, 123, 129,
155, 173.
8. Enfal Suresi: 52, 54, 71.
9. Tevbe Suresi: 30, 48, 50, 53, 54, 69,
70, 104, 107.
10. Yunus Suresi: 13, 16, 39, 74, 87, 91, 94,
102.
11. Hud Suresi: 17, 49, 62, 78, 109, 116.
12. Yusuf Suresi: 3, 6, 26, 37, 64, 71, 76,
77, 80, 82, 100, 109.
13. Rad Suresi: 6, 30, 32, 38, 42.
14. İbrahim Suresi: 9, 22, 31, 40, 44.
15. Hicr Suresi: 10, 27, 47.
16. Nahl Suresi: 26, 33, 35, 43, 63, 118.
17. İsra Suresi: 58, 77, 92, 107.
18. Kehf Suresi: 55, 109.
19. Meryem Suresi: 7, 9, 23, 67, 74, 98.
20. Taha Suresi: 71, 90, 114, 115, 128,
130, 134.
21. Enbiya Suresi: 6, 7, 24, 25, 34, 41,
51, 76.
22. Hac Suresi: 42, 52, 78.
23. Müminun Suresi: 83.
24. Nur Suresi: 4, 34, 55, 58, 59.
25. Furkan Suresi: 20.
26. Şuara Suresi: 49.
27. Neml Suresi: 37, 38, 39, 40, 42, 46, 68.
28. Kasas Suresi: 12, 31, 46, 48, 52, 53,
78.
29. Ankebut Suresi: 3, 18, 48.
30. Rum Suresi: 4, 9, 42, 43, 47, 49.
32. Secde Suresi: 3, 26.
33. Ahzab Suresi: 15, 38, 49, 62.
34. Sebe Suresi: 44, 45, 53, 54.
35. Fatır Suresi: 4, 25, 44.
36. Yasin Suresi: 31.
37. Saffat Suresi: 27, 44, 50, 71, 94.
38. Sad Suresi: 3, 12, 16.
39. Zümer Suresi: 8, 25, 50, 54, 55, 65.
40. Mümin Suresi: 3, 5, 21, 34, 67, 74, 78,
82.
41. Fussilet Suresi: 25, 43, 48.
42. Şura Suresi: 3, 25, 47.
43. Zuhruf Suresi: 21, 23, 45.
44. Duhan Suresi: 17, 37, 53.
46. Ahkaf Suresi: 4, 12, 16, 17, 18, 24.
47. Muhammed Suresi: 10.
48. Fetih Suresi: 15, 16, 23.
49. Hucurat Suresi: 13.
50. Kaf Suresi: 12, 36, 39.
51. Zariyat Suresi: 16, 29, 46, 52.
52. Tur Suresi: 25, 26, 28.
53. Necm Suresi: 52.
54. Kamer Suresi: 9.
55. Rahman Suresi: 56, 74.
56. Vakıa Suresi: 16, 45.
57. Hadid Suresi: 10, 13, 16, 22.
58. Mücadele Suresi: 3, 4, 5.
59. Haşr Suresi: 9, 15.
62. Cuma Suresi: 2.
63. Münafikun Suresi: 10.
64. Teğabun Suresi: 5.
67. Mülk Suresi: 18.
68. Kalem Suresi: 30.
69. Hakka Suresi: 9.
70. Mearic Suresi: 36.
71. Nuh Suresi: 1.
-
Kıble Kelimesinin Kuran’daki Türevleri
Kaf-Be-Lam kök harflerinden oluşan “kıble” kelimesi,
Kuran’da 13 türemiş formda olmak üzere toplam 294 kez kullanılmıştır. Bunlar;
Fiil formunda
kullanıldığı 9 yerde “kabul etmek, kabul edilme, kabul edilmeme” anlamlarında
geçmiştir.
Bu
ayetler: (2:48, 123), (3:85, 90, 91), (9:54, 104), (24:4), (42:25).
Örnekler:
Öyle bir günden sakının ki o gün hiç
kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat
kabul olunmaz (YUKBELU) ve fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez. (2:48)
Kim İslâm’dan başka bir din ararsa
ondan kabul edilmeyecek (YUKBELE) ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan
olacaktır. (3:85)
Onların harcamalarının kabul
edilmesini (TUKBELE) engelleyen, onların Allah ve Resulünü inkâr etmeleri ve
salâtı ikameye ancak üşenerek gelmeleri ve istemeyerek harcamalarından başka
bir şey değildir. (9:54)
Namuslu kadınlara zina isnat edip
sonra da dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Artık onların
şahitliğini asla kabul etmeyin (TAKBELU). İşte bunlar fasık kimselerdir. (24:4)
O, kullarından tövbeyi kabul eden
(YAKBELU) ve kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir. (42:25)
Fiil formunda
kullanıldığı diğer 9 yerde “dönmek, yaklaşmak, kabul etmek” anlamlarında
geçmiştir.
Bu
ayetler: (12:71, 82), (28:31), (37:27, 50, 94), (51:29), (52:25), (68:30)
Örnekler:
Onlara dönüp/onları kabul edip
(AKBELU) dediler: "Ne kaybettiniz?" (12:71)
"İçinde bulunduğumuz kente,
beraberinde döndüğümüz/kabul gördüğümüz (AKBELNA) kervana sor. Biz gerçeğin ta
kendisini söylüyoruz." (12:82)
“Değneğini at.” Onu bir yılanmış
gibi süratle hareket eder görünce arkasına bakmadan dönüp (AKBİL) kaçtı. “Ey
Musa! Beri gel, korkma. Çünkü sen güvenlikte olanlardansın.” (28:31)
Birbirlerine dönüp (AKBELE)
sorarlar. (37:27)
Fiil formunda
kullanıldığı diğer 10 yerde “kabul etmek” anlamında geçmiştir. (Bir ayette
birden fazla geçmiş.)
Bu
ayetler: (2:127), (3:35, 37), (5:27, 36), (9:53), (14:40), (46:16).
Örnekler:
Hani İbrahim,
İsmail ile birlikte evin temellerini yükseltiyor, “Ey Rabbimiz! Bizden kabul (TEKABBEL)
buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” diyorlardı. (2:127)
Bunun üzerine Rabbi
onu güzel bir kabul (FETEKABBELEHA) ile kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde
yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, onun
bulunduğu bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. “Meryem! Bu sana
nereden geldi?” derdi. O da “Bu, Allah katından” diye cevap verirdi. Zira
Allah, dilediğine hesapsız rızık verir. (3:37)
Onlara, Âdem’in iki
oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da
birinden kabul (FETUKUBBİLE) edilmiş, ötekinden kabul (YUTEKABBEL) edilmemişti.
Kurbanı kabul (YETEKABBELU) edilmeyen, “Andolsun seni mutlaka öldüreceğim”
demişti. Öteki, “Allah, ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul
eder” demişti. (5:27)
“Rabbim! Beni
salâtı ikameye devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat.
Rabbimiz! Duamı kabul (VETEKABBEL) eyle.” (14:40)
İsim formunda
kullanıldığı 1 yerde “kabile” anlamında geçmiştir.
Bu ayet:
(49:13)
Ey insanlar! Şüphe
yok ki biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için
sizi boylara ve kabilelere (KABAİLE) ayırdık. Allah katında en değerli
olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla
bilendir, hakkıyla haberdar olandır. (49:13)
Zarf formunda
kullanıldığı 2 yerde “dönmek, döndürmek” anlamlarında geçmiştir.
Bu
ayetler: (2:177), (70:36).
İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı
taraflarına çevirmeniz/döndürmeniz (KİBELE) değildir. Asıl iyilik Allah’a ve
ahiret gününe ve meleklere ve kitap ve nebilere iman edenlerin; mala olan
sevgilerine rağmen onu yakınlara ve yetimlere ve yoksullara ve yolda kalmışa ve
isteyene ve kölelere verenlerin; salâtı ikame eden ve zekâtı veren, antlaşma
yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın
kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru
olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.
(2:177)
Şimdi ne oluyor o
inkâr edenlere ki sana doğru (KİBELEKE) boyunlarını uzatarak koşuyorlar.
(70:36)
İsim formunda
kullanıldığı diğer 2 yerde “dönmek” anlamında geçmiştir.
Bu
ayetler: (27:37), (57:13).
“Sen onlara dön (KİBELE). Andolsun
biz onlara, karşı koyamayacakları ordularla gelir ve onları oradan aşağılanmış
ve küçük düşürülmüş olarak çıkarırız.” (27:37)
Münafık erkeklerle münafık
kadınların, iman edenlere, “Bize bakın ki sizin ışığınızdan biz de
aydınlanalım” diyecekleri gün kendilerine, “Arkanıza dönün (KİBELİHİ) de bir
ışık arayın” denilecektir. Derken aralarına kapısı olan bir sur çekilir. Bunun
iç tarafında rahmet, onlar tarafındaki dış cihetinde ise azap vardır. (57:13)
İsim formunda
kullanıldığı diğer 197 yerde “önce, benden önce, senden önce, sizden önce, ondan
önce, onlardan önce, bizden önce, daha önce” anlamlarında geçmiştir. (Bazı ayetlerde birden fazla geçmiş.)
Bu ayetler: (2:4, 21, 25, 89, 91, 108, 118, 183, 198, 214,
237, 254, 286), (3:4, 11, 93, 137, 143, 144, 164, 183, 184, 186), (4:26, 47,
60, 94, 131, 136, 162, 164), (5:5, 34, 57, 59, 75, 77, 102), (6:6, 10, 28, 34,
42, 84, 148, 156, 158), (7:38, 53, 101, 129, 155, 173), (8:52, 54, 71), (9:30,
48, 50, 69, 70, 107), (10:13, 16, 39, 74, 94, 102), (11:17, 49, 78, 109, 116),
(12:3, 6, 64, 77, 80, 100, 109), (13:6, 30, 32, 38, 42), (14:9, 22, 31, 44),
(15:10, 27), (16:26, 33, 35, 43, 63, 118), (17:107), (19:7, 9, 67), (20:90,
114, 115, 134), (21:25, 34, 41, 51, 76), (22:52, 78), (23:83), (24:34, 55, 58,
59), (27:42, 68), (28:12, 46, 48, 52, 53, 78), (29:3, 18, 48), (30:4, 9, 42,
43, 47, 49), (32:3, 26), (33:15, 38, 49, 62), (34:45, 53, 54), (35:4, 25, 44),
(38:3), (39:8, 25, 50, 54, 55, 65), (40:21, 34, 67, 74, 78, 82), (41:25, 43,
48), (42:3, 47), (43:21, 23, 45), (44:37), (46:4, 12, 17, 18), (47:10), (48:15,
16, 23), (51:46, 52), (52:28), (53:52), (57:10, 16, 22), (58:3, 4, 5), (59:9,
15), (62:2), (63:10), (64:5), (67:18), (71:1)
Örnekler:
Onlar sana inzal edilene de senden
önce (KABLİKE) inzal edilene de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar.
(2:4)
Allah size açıklamak ve sizden
öncekilerin (KABLİKUM) yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek ister.
Allah Bilendir, Hâkim’dir. (4:26)
Daha önce (KABLU) Nuh’un
kavmini helâk etmişti. Şüphesiz onlar daha zalim ve daha azgın kimselerdi.
(53:52)
"Milletine can
yakıcı bir azap gelmezden önce (KABLİ) onları uyar" diye Nuh'u milletine
gönderdik. (71:1)
Zaman Zarfı formunda
kullanıldığı diğer 45 yerde “önce, daha önce, senden önce” anlamlarında
geçmiştir. (Bazı ayetlerde birden fazla
geçmiş.)
Bu
ayetler: (4:159), (7:123), (10:91), (11:62), (12:37, 76), (13:6), (17:58, 77),
(18:109), (19:23, 74, 98), (20:71, 128, 130), (21:6, 7, 24), (22:42), (25:20),
(26:49), (27:38, 39, 40, 46), (34:44), (36:31), (37:71), (38:12, 16), (40:5),
(44:17), (50:12, 36, 39), (51:16), (52:26), (54:9), (55:56, 74), (56:45),
(69:9).
Örnekler:
Kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki
ölümünden önce (KABLE) ona iman edecek olmasın. Kıyamet günü, o onların
aleyhine şahit olacaktır. (4:159)
Senden önce (KABLEKE) gönderdiğimiz
resullerimiz hakkındaki kanun böyledir. Bizim kanunumuzda hiçbir değişme
bulamazsın. (17:77)
Derler ki:
“Şüphesiz daha önce (KABLU) biz, ailemiz içinde yaşarken korkardık.” (52:26)
Firavun, ondan
öncekiler (KABLEHU) ve yerle bir olan şehirler hep o suçu işlediler. (69:9)
İsim
formunda kullanıldığı diğer 3 yerde “karşılarına, karşılarında, ön, önden,
önceki” anlamlarında geçmiştir.
Bu ayetler: (6:111), (12:26), (18:55).
Biz onlara
melekleri de indirseydik, kendileriyle ölüler de konuşsaydı ve her şeyi
karşılarında (KUBULEN) toplasaydık, Allah dilemedikçe yine de iman edecek
değillerdi. Fakat onların çoğu bilmiyorlar. (6:111)
Yusuf, “O, benden
arzusunu elde etmek istedi” dedi. Kadının ailesinden bir şahit de şöyle
şahitlik etti: “Eğer onun gömleği önden (KUBULÜN) yırtılmışsa kadın doğru
söylemiştir, o yalancılardandır.” (12:26)
İnsanlara hidayet
geldikten sonra onların inanmalarına ve Rab’lerinden mağfiret dilemelerine
ancak öncekilerin (KUBULAN) başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesi ya da
kendilerine azabın göz göre göre gelmesi engel olmuştur. (18:55)
İsim formunda
kullanıldığı diğer 7 yerde “namazdaki Kıble” anlamında geçmiştir. (Bir ayette
birden fazla geçmiş.)
Bu
ayetler: (2:142, 143, 144, 145), (10:87).
İnsanlardan
bazı beyinsizler diyecekler ki: “Onları üzerinde bulundukları kıbleden
(KİBLETİHİMU) çeviren nedir?” De ki: “Doğu ve Batı Allah’ındır. O, dilediği
kimseyi doğru yola iletir.” (2:142)
Böylece, sizler insanlara birer
şahit olasınız ve resul de size bir şahit olsun diye sizi orta bir ümmet
yaptık. Her ne kadar Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır
gelse de biz, yönelmekte olduğunu ancak resule tabi olanlarla gerisingeriye
dönecekleri ayırt edelim diye kıble (KİBLETE) yaptık. Allah, imanınızı boşa
çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatli ve çok
merhametlidir. (2:143)
Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru
çevirip durduğunu görüyoruz. Elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye (KİBLETEN)
çevireceğiz. Yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Siz de nerede olursanız olun,
yüzünüzü hep onun yönüne çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun
Rablerinden bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah, onların yaptıklarından
habersiz değildir. (2:144)
Andolsun, sen kendilerine kitap
verilenlere her türlü mucizeyi getirsen de onlar yine senin kıblene (KİBLETEKE)
uymazlar. Sen de onların kıblesine (KİBLETEHUM) uyacak değilsin. Onlar
birbirlerinin kıblesine (KİBLETE) de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen bunca
ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de
mutlaka zalimlerden olursun. (2:145)
Musa'ya ve kardeşine şunu vahyettik:
“Kavminiz için kendilerini yerleştirmek üzere Mısır'da evler hazırlayın.
Evlerinizi kıble yapın (KİBLETEN) ve salâtı ikame edin ve inananları müjdele.”
(10:87)
İsim formunda
kullanıldığı diğer 1 yerde “kabul” anlamında geçmiştir.
Bu
ayet: (3:37)
Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul
ile kabul (BİKABULİN) buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya’yı
da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her girişinde
yanında bir yiyecek bulurdu. “Meryem! Bu sana nereden geldi?” derdi. O da “Bu,
Allah katından” diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık
verir. (3:37)
İsim formunda
kullanıldığı diğer 2 yerde “kabile, karşı” anlamlarında geçmiştir.
Bu ayetler: (7:27), (17:92).
Ey Âdemoğulları!
Avret yerlerini kendilerine açmak için elbiselerini soyarak ana babanızı
cennetten çıkardığı gibi, şeytan sizi de saptırmasın. Çünkü o ve kabilesi
(KABİLUHU), onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz
şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kılmışızdır. (7:27)
“Yahut iddia
ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve melekleri
karşımıza (KABİLAN) getirmelisin.” (17:92)
Aktif
Kısım formunda kullanıldığı 1 yerde “kabul” anlamlarında geçmiştir.
Bu ayet: (40:3)
O, günahı
bağışlayan, tevbeyi kabul (KABİLİ) eden, cezası şiddetli, lütfu bol olandır.
O'ndan başka ilah yoktur, dönüş O'nadır. (40:3)
Aktif
Madde formunda kullanıldığı 5 yerde “karşılıklı, karşı karşıya” anlamında
geçmiştir.
Bu ayetler: (15:47), (37:44), (44:53), (46:24), (56:16).
Biz, onların
kalplerindeki kini söküp attık. Artık onlar sedirler üzerinde, kardeşler olarak
karşılıklı (MUTEKABİLİNE) otururlar. (15:47)
Koltuklar üzerinde
karşılıklı olarak (MUTEKABİLİNE) otururlar. (37:44)
İnce ipekten ve
parlak atlastan elbiseler giyinerek karşılıklı (MUTEKABİLİNE) otururlar.
(44:53)
Onların üzerinde
karşılıklı (MUTEKABİLİNE) yaslanırlar. (56:16)
Aktif
Madde formunda kullanıldığı 1 yerde “yönelmek” anlamlarında geçmiştir.
Bu ayet: (46:24)
O azabı vadilerine
doğru yönelen (MUSTAKBİLE) bir bulut olarak gördüklerinde, “Bu, bize yağmur getiren
bir buluttur” dediler. Hud, “Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir.
İçinde elem dolu azabın bulunduğu bir rüzgârdır” dedi. (46:24)
En Doğrusunu ALLAH Bilir.
Bülent DİLAVER
_iNsaNOĞLU_
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder