6 Şubat 2018 Salı

KIBLE

-      Kıble Kelimesinin Sözlük Anlamı

Kıble, sözlüklerde genel olarak iki anlamda geçmektedir:

1.   Müslümanların, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, namaz kılmaya başlarken yönelmeleri gereken, Suudi Arabistan’ın Mekke kentinde bulunan Kâbe’nin olduğu yön.
2.   Güneyden esen yel.

-      Kıble Kelimesinin Kuran’daki Anlamı

Kaf-Be-Lam kök harflerinden oluşan bu kelime esasında “Kıble” konusu başlı başına ayrı bir kitap konusudur.

Kuran meallerine bakıldığında genel olarak “kabul etmek, yaklaşmak, yönelmek, kabile, önce, yön, karşı karşıya ” anlamlarında çevrilmiştir. 

Esasında genel olarak “kabul etmek” anlamına gelmektedir. Kelimenin “istikamet, yön” olarak anlamlandırılan isim şekli; namazdaki yön olarak düşünülmüştür. Oysaki yine “kabul edilecek istikamet, gidişat” anlamına gelmektedir. Zira Kıblenin, namazda dönülmesi gereken bir yön olduğuna dair Kuran’dan bir delil bulunmamaktadır.

Kıbleyi “şekilsel olarak bir yöne, bir tarafa doğru dönüp durmak, bir yönü veya bir yeri kendine istikamet olarak almak” şeklinde anlamlandırmak; Kıblenin en yüzeysel, en basit anlatımı olabilir.

Bu arada Mescidi Haram ve Mescidi Aksa kavramlarının da iyi anlaşılması gerekmektedir. Bu kavramlar şimdiye kadar yeryüzündeki belirli bölgeler olarak düşünülmüştür. Mescidi Haram, Dünya gezegeninin; Mescidi Aksa ise Cennet’in sıfat isimleri olup; “Dünya Cehennemi” adlı başka bir kitabımın konularıdır.

Evet, Allah’ın kabul edeceği Kıble bir istikamettir, Dünya hayatında Allah’ı birleyen İbrahim Milleti’nin yaşam tarzı doğrultusunda olmak ve bu doğrultuda yaşam tarzı sürmektir. İbrahim’in Milleti olan ümmetin Mescidi Haram olan Dünya’da hayatlarının sınavını vererek Mescidi Aksa'ya yani Cennete ulaşabilmeleri için sadece Resul’e, dolayısıyla Allah’ın kitabına ve hikmetine uymaları, Allah’ın Sıratı Müstakim dediği doğru yol üzerinde ilerlemeleridir. Yani “namazda dönülen yön” olarak anlamlandırılan Kıble esasında ömür boyu sürdürülmesi istenilen bir yaşam tarzı, stratejik bir gidişat, bir hedeftir.

“Namazda dönülen yön” olarak yorumlanan ayetleri daha iyi anlayabilmek için İbrahim ile ilgili ayetleri de işin içine katarak sırasıyla okumak gerekir.

Rabbi İbrahim'i kelimelerle imtihan ettiği zaman o da onları tamamlamıştı. Dedi ki: "Şüphesiz ben seni insanlar için önder kılacağım"…  Dedi: "Soyumdan da"… Dedi ki: "Ahdim zalimlere ulaşmaz"… (2:124)

(2:124) Ayetine göre kelimelerle yaptığı imtihanı, İbrahim başarıyla tamamladığı için Allah, İbrahim’i insanlara imam (önder) kılacağını ifade ediyor. Bunun üzerine İbrahim, zürriyetinden de önderler çıkmasını temenni ediyor. Ama Allah, İbrahim’in zürriyetinden olan zalimleri imam (önder) yapmayacağını belirtiyor. Bu aynı zamanda zalim olmayanlar içinden önderler çıkacağı anlamına da gelmiş oluyor.

Hani, biz evi (EL BEYT) insanlara güvenli bir sevap/toplanma yeri (MESABETEN) kılmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den bir salât yeri (MUSALLEN) edinin. İbrahim ve İsmail’e emretmiştik: “Tavaf edenler (TAİFİNE) ve itikâfa çekilenler (AKİFİNE) ve rükû (RUKKAİ) ve secde edenler (SUCUDİ) için evimi (BEYTİYE) tertemiz tutun.” (2:125)

Kuran’daki “beyt” kelimesi, genellikle “Kâbe” binası olarak yorumlanmaktadır. Oysaki beyt, üzerinde insanların yaşamasına elverişli kılınmış Dünya gezegenidir ve Kâbe binası ile yeryüzünde sembolize edilmiştir.

Ey iman edenler! Allah’ın sembollerine/işaretlerine (ŞEAİRA) ve yasaklı yerleşkeye (ŞEHRAL HARAME) ve hidayetine (EL HEDYE) ve kilidine/hayvanlarına (EL KALAİDE) ve Rablerinin lütfunu ve rızasını arzu ederek yasaklı eve (BEYTİ HARAM) gelenlere saygısızlık etmeyin. Helal iken (HALELTUM) avlanın. Sizi Mescid-i Haram’dan çevirdiklerinden dolayı bir kavme karşı beslediğiniz kin sizi suç işlemeye itmesin. İyilik ve takva üzere yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah'tan korkun çünkü Allah’ın azabı çetindir. (5:2)

Allah’ın insanlığa, insanlık tarihini anlatmak üzere resullerine yaptırarak sembolize ettiği Kâbe, Süleyman Tapınağı gibi bazı yapılara ve bunun yanı sıra “Yasaklı Yerleşke” (Şehral Harame) olan Dünya Gezegenine ve Allah’ın gönderdiği hidayet rehberlerine saygılı olmak gerekmektedir.

“Yasaklı Yerleşke” (Şehral Harame) olan Dünya gezegeninde, insanları kurtuluşa erdirecek hidayet ve bu hidayetin kilidi bulunmaktadır ve bu kilidin anahtarı, Fatiha (Anahtar) Suresi’yle başlayan Kuran içerisindeki yaşam tarzında gizlidir.

Üzerinde yasaklamalar geçerli olan yaşam yerine yani başka bir tanımlamayla “Yasaklı Ev” (Beyti Haram) olarak sıfatlandırılmış Dünya gezegenine insanlar ve hatta diğer bütün canlılar Rablerinin rızasını kazanmak için gelmişler ve tekâmül basamaklarında ilerlemektedirler. Bu yüzden Dünya hayatına gelmiş varlıklara da saygısızlık etmemek gerekmektedir. Hayvanları zevk için veya ihtiyaç ile de olsa hamilelik dönemlerinde avlamak yasaklanmıştır. Hayvanlar ancak yasaklılık durumundan çıktıklarında ve avlanmaları helal olduğunda avlanmalıdır.

Aynı zamanda yeryüzünün tamamı, İbrahim makamına (mertebesine) ulaşılabilecek yasakların geçerli olduğu bir secdegah yani Mescidi Haram olduğu için yeryüzünün herhangi bir bölgesine alınmayan veya bir bölgesinden sürgün edilen insanlar, bu yüzden bunu yapan bir kavme kin gütseler de suç işlememelidirler. İyilik ve takva üzerinde yardımlaşmalıdırlar. Allah’ın azabı çetin olduğu için Allah’tan korkmalı ve suç işlemekten çekinmelidirler.  

Yeryüzünün yaşama elverişli bir yer haline getirildiği başka bir ayet zincirinde şöyle geçer:

Onları sarsmasın diye yere de sabit dağlar yerleştirdik ve yol bulabilsinler diye ondan geçitler ve yollar meydana getirdik. Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise oradaki delillerden yüz çevirmektedirler. (21:31-32)

Dünya gezegeni, mevcut atmosferi ile uzayın zararlı ışınlarından ve tehlikeli gök taşlarından korunmuş olup; insanlığın ve diğer bütün canlıların yaşamasına elverişli hale getirilmiştir. Atmosferin, yaşama elverişli korunmuş bir tavan olması; beytin (evin) insanlara güvenli bir sevap kazanma ve toplanma yeri olmasıyla bağlantı kurulmuştur.

İnsanlığın evrendeki yaşam yolculuğunun, uzaydaki takımyıldızların yeryüzüne resmedilmesiyle sembolize edilmesinin bir parçası olarak Dünya gezegeni de Kâbe binasıyla sembolize edilmiştir. (“Yeryüzünde Resmedilmiş Gökyüzü” adlı başka bir kitabımın konusu.)

Allah; yasaklı ev Kâbe’yi (KABET EL BEYT EL HARAME) ve yasaklı yerleşim yerini (ŞEHRAL HARAME) ve hidayetini (EL HEDYE) ve kilidini (EL KALAİDE) insanlar için ayağa kalkış (KIYAMEN) yeri kıldı. Böylece göklerde ve yer olanları ve Allah’ın her şeyi bildiğini şüphesiz anlayasınız diye… (5:97)

Dünya gezegeni aynı zamanda yasakların geçerli olduğu “El Beyt el Haram” yani “Yasaklı Ev” anlamına gelmektedir.

“Şehr” kelimesi de takvimdeki ay anlamında düşünülse de kelimenin anlamı Ay’ın yörüngesindeki döngü noktalarından kaynaklanmıştır ve Ay’ın döngü noktasında bir süre bekleme hareketi yapmasından dolayı “yerleşim yeri” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla tıpkı “Şehri İstanbul” tamlamasının  “İstanbul Yerleşkesi”, “Şehri Ramazan” tamlamasının “Ramazan Yerleşkesi” anlamına geldiği gibi; “Şehral Harame” tamlamasının tam karşılığı da “Yasaklı Yerleşke” olmaktadır. Bu da yine Dünya gezegeninin sıfatlarından biridir.

(2:125), (5:2) ve (5:97) ayetlerini birlikte düşündüğümüzde Dünya gezegeni insanların üzerinde yaşamasına elverişli bir ortam, sevap kazanma ve hidayeti bulma yeri olarak Allah tarafından yaratılmıştır.

İnsanlar Makam-ı İbrahim’den bir salât yeri edinmeli yani Dünya hayatında Allah’ın vahyi ile kendilerini bilinç olarak geliştirerek İbrahim’in ulaştığı bilinç mertebesine gelmek için salât etmelidirler. Salât etmeli yani vahyi okuyup, öğrenmeli ve gereklerini yaparak sevap kazanmalı; böylece Allah’ın inzal ettiği hidayet rehberlerine uymuş inanan insanlar olarak kurtuluşa ermelidirler. 

(2:125) Ayetinin “İbrahim ve İsmail’e emretmiştik: “Tavaf edenler (TAİFİNE) ve itikâfa çekilenler (AKİFİNE) ve rükû (RUKKAİ) ve secde edenler (SUCUDİ) için evimi (BEYTİYE) tertemiz tutun.” kısmı İbrahim ve İsmail’e; yeryüzünde sembolize edilmiş belirli yapıları ve dolayısıyla insanlığın nereden gelip nereye gittiğini anlamaya çalışan, Allah’ın vahyi üzerinde derin düşüncelere dalan, Allah’ın yarattığı nizama, varlığa, yaşama ve koyduğu yasalara boyun eğerek aklıyla teslim olan, secde eden insanlar için ortam hazırlamanın ve bunun da ötesinde küresel bir temizliğin emredildiğini çağrıştırmaktadır.

Ve hani İbrahim dedi: “Rabbim! Bu beldeyi güvenli kıl. Halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır.”  Dedi: “İnkâr eden kimseleri az bir süre geçindiririm sonra onu cehennem azabına mahkûm ederim. Ne kötü bir dönüş yeridir!” demişti. (2:126)

İbrahim’in bahsettiği belde, bütün bir yeryüzüydü ve halkı da yeryüzünde yaşayan bütün insanlardı.

Bu insanlardan Allah’a ve ahiret gününe inananlar rızıklandırılacak fakat inanmayanlar ise rızıklandırılmalarına rağmen sonunda cehenneme mahkûm edileceklerdir.

Ve hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (EL BEYTİ) temellerini yükseltiyor, “Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, bilensin.” (2:127)

İbrahim’in İsmail ile birlikte temellerini yükselttikleri ev özelde yani sembolik olarak Kâbe iken genelde ise üzerinde insanlığın yaşadığı ve hidayete ererek kurtuluşa ermeye çalışacakları Dünya gezegeni ve Allah’ı birleyen inanç sistemiydi.

“Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş (MUSLİMEYNİ) kimseler kıl. Zürriyetimizden de sana teslim olmuş (MUSLİMETEN) bir ümmet kıl ve bize yapmamız gerekenleri (MENASİKENA) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz sen, tevbeleri kabul eden ve merhametli olansın.” (2:128)

İbrahim ve İsmail, kendilerinin ve soylarından gelen kimselerin Allah’a teslim olan kimseler olması için dua etmişlerdi. Allah’tan, teslim olan kimselerin yapmaları gereken şeyleri göstermesini ve tevbelerinin kabul edilmesini istemişlerdi.

“Rabbimiz! Onlara içlerinden, ayetlerini kendilerine okuyacak ve onlara kitabı ve hikmeti öğretecek ve onları temizleyecek bir resul gönder. Şüphesiz, aziz ve hâkim olan yalnızca sensin.” (2:129)

İbrahim ve İsmail, insanların içlerinden Allah’ın ayetlerini kendilerine okuyacak ve onları kitabı ve hikmeti kendilerine öğretecek ve böylece onları temizleyecek resul göndermesini Allah’tan istemişlerdi. 

Nefsini sefih kılan kimseden başka İbrahim’in milletinden kim kaçınır? Andolsun, İbrahim’i Dünya’da seçmiştik ve şüphesiz ahirette de salihlerdendir. (2:130)

İbrahim’in milleti, temellerini yükselttiği Allah’ı birleyen ve yalnızca O’na teslim olmayı kendine ilke edinen inanç sistemine girenlerdir. İbrahim, Allah tarafından bu Dünya’da seçildiği gibi; ahirette de salihlerdendir.

Rabbi ona “Teslim ol” dediğinde, “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti. (2:131)

Rabbi, İbrahim’e “teslim ol” dediği zaman İbrahim de “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” diyerek teslimiyetini ifade etmişti. Bu teslimiyet ancak Allah’ın birliğine, varoluş kurallarına ve Allah’ın inzal ettiği vahye koşulsuzca biat ile açıklanabilir.

İbrahim, bunu kendi oğullarına da vasiyet etti. Yakup da öyle: “Oğullarım! Allah, sizin için bu dini seçti. Siz de ancak Müslümanlar olarak ölün” dedi. (2:132)

İbrahim de Yakup da kendi oğullarına (nesline), Allah’a teslimiyeti içeren Allah’ın dininde yer almalarını vasiyet etiler ve bu dinin Allah tarafından seçilmiş olduğunu ve Müslümanlar yani “Allah’a teslim olanlar” olarak yaşayıp, ölmelerini temenni etmişlerdi.

Yoksa siz Yakup’un, ölüm döşeğinde iken çocuklarına, “Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” dediği; onların da “Senin ilâhına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek bir ilâha ibadet edeceğiz; bizler O’na boyun eğmiş Müslümanlarız.” dedikleri zaman orada hazır mı bulunuyordunuz? (2:133)

İbrahim ve Yakup’un ortak temennisi, Yakup ölüm döşeğinde iken çocuklarının inandıkları ilaha kulluk edeceklerini ve O’na boyun eğmiş Müslümanlar olduklarını ifade etmeleriyle gerçekleşmiştir.  

Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz. (2:134)

İbrahim, Yakup ve onların nesli gelip, geçmiş bir ümmettir. İnançları doğrultusundaki kullukları ve yaptıkları işlerin sonucunda kendi kazançlarını belirlemişlerdir. Aynı şekilde, bugünkü insanlar da dâhil onlardan sonra yaşayanlar da kendi kazançlarını kendi yaptıklarıyla belirleyeceklerdir. Çünkü hiç kimse başka kimsenin yaptıklarından sorumlu tutulmamaktadır.

"Yahudi veya Nasranî olun ki doğru yolu bulasınız" dediler. De ki: "Doğruya yönelmiş olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız." (2:135)

(2:135) Ayetinden anlaşıldığına göre demek ki Yahudi veya Nasrani olmak, Allah’a tam anlamıyla teslimiyeti içermemektedir. Hatta Yahudi veya Nasranî olmak, doğrudan sapmış ve Allah’a eş koşmuş olmak demektir. Yahudi, kendini hidayette (hidayetteymiş gibi) sanan; Nasranî, kendini Allah’ın yardımcısı (Allah’ın yardımcısıymış gibi) sanan demektir. Bu yüzden "Yahudi veya Nasranî olun ki doğru yolu bulasınız" diyenlere, "Doğruya yönelmiş olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız." şeklinde yanıt verilmektedir. İbrahim’in dini de İslam yani “Barış ve Teslimiyet” dinidir.

Deyin ki: “Biz Allah’a ve bize inzal edilene ve İbrahim’e ve İsmail’e ve İshak’a ve Yakup’a ve Esbat’a inzal edilene ve Musa’ya ve İsa’ya verilen ile bütün nebilere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.” (2:136)

Barış ve Teslimiyet dini, adı geçen ve geçmeyen bütün nebilere inzal edilenlere iman etmeyi ve hiçbirini diğerinden ayırt etmemeyi gerektirmektedir. Yahudi ve Nasranîlerin, teslim olmuş olanları yani Arapça ifadesiyle Müslümanları bu teslimiyet haricindeki yollara çekme teşebbüsleri karşısında bu gerçek kendilerine ifade edilmelidir.

Eğer onlar böyle sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse gerçekten doğru yolu bulmuş olurlar; yüz çevirirlerse onlar elbette derin bir ayrılığa düşmüş olurlar. Allah, onlara karşı seni koruyacaktır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (2:137)

Eğer onlar da teslim olmuş olanlar (Müslümanlar) gibi iman ederlerse doğru yolu bulmuş olacaklardır. Eğer bu inançtan yüz çevirilerse teslim olmuş olanların inançları ile derin bir ayrılığa düşmüş olacaklardır. Bu takdirde Allah, teslim olmuş olanları (Müslümanları) onlara karşı koruyacaktır. 

Deyin ki: “Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışızdır. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz ona kulluk edenleriz.”  (2:138)

Allah’ın dini içinde olanlar, Allah tarafından diğerlerinden ayırt edici şekilde boyanmış ve renklendirilmiş gibidir. İşte boyaların ve renklerin en güzeli budur. Bu yüzden teslim olmuş olanlar (Müslümanlar) sadece Allah’a kulluk ederler. Yahudi veya Nasranîlere bu gerçek ifade edilmelidir. 

De ki: “Allah hakkında mı bizimle tartışıp duruyorsunuz? Hâlbuki O, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz size aittir. Biz O’na gönülden bağlanmış kimseleriz.” (2:139)

Ve Allah’ın da Rabbi, Müslümanların da Rabbi olduğu ilave edilmelidir. Yahudi ve Hıristiyanların yaptıkları kendi kazanımlarına, Müslümanların yaptıkları da kendi kazanımlarına sebep olacaktır. Müslümanlar, teslim olmuş olanlar olarak Allah’a gönülden bağlanmışlardır. 

Yoksa siz, “İbrahim ve İsmail ve İshak ve Yakup ve Esbat, Yahudi veya Hıristiyan idiler” mi diyorsunuz? De ki: “Sizler mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” Allah tarafından kendisine ulaşan bir gerçeği gizleyen kimseden daha zalim kimdir? Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir. (2:140)

Yahudi ve Hıristiyanların iddiasına göre İbrahim, İsmail ve İshak, Yakup ve Esbat; Hıristiyan veya Yahudi’dir. Hâlbuki Allah, onları Müslümanlar yani “Allah’a teslim olanlar” olarak isimlendirmektedir.  

Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz. (2:141)

İbrahim, İsmail ve İshak, Yakup ve Esbat ve onların nesli gelip, geçmiş bir ümmettir. İnançları doğrultusundaki kullukları ve yaptıkları işlerin sonucunda kendi kazançlarını belirlemişlerdir. Aynı şekilde, bugünkü insanlar da dâhil onlardan sonra yaşayanlar da kendi kazançlarını kendi yaptıklarıyla belirleyeceklerdir. Dolayısıyla sonrakiler, öncekilerin yaptıklarından sorumlu tutulmayacaktır. 

İnsanlardan bazı beyinsizler diyecekler ki: “Onları üzerinde bulundukları kıbleden (KİBLETİHİMU) çeviren nedir?” De ki: “Doğu ve Batı Allah’ındır. O, dilediği kimseyi doğru yola iletir.” (2:142)

(2:142) Ayetinden anlaşıldığı üzere bazı beyinsiz insanlar, Müslümanlar hakkında: “Onları üzerinde bulundukları kıbleden çeviren nedir?”  diyeceklerdir. Yani bu beyinsiz insanlar Müslümanların, Allah tarafından kabul edilecek yönlenme ve gidişatlarını beğenmemekte ve eleştirmektedirler. Buradaki konunun namazda dönülen yön olmadığı açıktır. Konunun önceki ayetlerden beri gelişinden anlaşılmaktadır ki İbrahim, İsmail ve İshak, Yakup ve Esbat ve de diğer Müslümanlar artık Yahudi veya Hıristiyan veya başka bir din mensubu gibi yaşamamakta; Allah’ın onlara vahiyle bildirdiği gibi yaşamakta, Allah’ın kabul edeceği şekilde hayatlarına yön vermekte yani Kıblelerini değiştirmiş bulunmaktadırlar.

Görüldüğü gibi isterse (bozulmamış) Tevrat isterse (bozulmamış) İncil’e göre yaşayan yani Allah’ın vahyine göre yaşayan herkes Allah katında (Arapça karşılığıyla) “Müslüman” olarak isimlendirilmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki Kuran’daki Yahudi, Nasranî, Müslüman gibi isimler; Allah’ın dini yaşantı, düşünce ve davranışlarına istinaden insanlara verdiği karakter isimleridir.     

Burada anlatılan Kıble konusunun namazdaki Kıble olmadığının diğer bir delili de ayetin devamında beyinsiz insanlara söylenilmesi istenilen    “Doğu ve Batı Allah’ındır. O, dilediği kimseyi doğru yola iletir.” ifadesidir. Eğer Kıbleden kasıt namazda şekil olarak dönülen yön olsaydı, “Doğu ve Batı Allah’ındır.” denilerek insanlar değişik yönlere yönlendirilmez; namazda dönülen mescidi haram işaret edilir ve “mescidi haram da Allah’ındır” denilebilirdi.

Ayetteki “O, dilediği kimseyi doğru yola iletir.” ifadesi, kastedilen doğru yol ile Kıble arasında bir bağ kurmakta olup; Kıblenin Allah tarafından kabul edilecek bir yol, bir gidişat, bir yaşantı hedefi olduğunun başka bir göstergesidir.  

Böylece sizler insanlara birer şahit olasınız ve resul de size bir şahit olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık. Her ne kadar Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun kıbleyi (KİBLETE) ancak resule tabi olanlarla gerisingeriye dönecekleri ayırt edelim diye kıble (KALİBU) yaptık. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir. (2:143)

(2:143) Ayetine göre Allah tarafından Müslümanlar ve onların resulü, birbirlerine ve diğer insanlara şahit olsunlar diye yaşamlarında çok aşırıya gitmeyen ve çok geride kalmayan yani ortalama bir ümmet (topluluk)
yapılmışlardır. 

Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselere, yönelmekte oldukları Kıble istikametinde yaşamak ağır gelmemekte fakat diğer insanlara ağır gelmektedir. Dolayısıyla Kıble yani Allah’ın önerdiği ve kabul edeceği doğrultuda yaşam sürmek; bu doğrultuda ilerleyenleri ve ilerlemeyenleri ayırt eden bir kıstastır. Allah, bu doğrultuda yaşam sürenlerin bu imanlarını boşa çıkarmayacaktır. 

Yüzünü göğe doğru çevirdiğini elbette görüyoruz. Seni hoşlanacağın kıbleye (KIBLETEN) elbette döndüreceğiz. Bundan sonra yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ve siz nerede olursanız yüzlerinizi o yöne çevirin. Ve şüphesiz kendilerine kitap verilen kimseler, bunun Rablerinden bir hak olduğunu elbette bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. (2:144)

Bu ayetle ilgili olarak Mescidi Aksa ve Mescidi Haram kavramlarına kısaca tekrar değinmek gerekmektedir.

Mescidi Aksa, “uzak secdegah” demektir ve gökyüzünün en parlak yıldızı Şira’nın (astronomideki adıyla Sirius) yörüngesindeki bir gezegen üzerindedir. Kuran’da Tarık Yıldızı olarak da adlandırılmış olan bu yıldız sistemi ve yörüngesindeki bir gezegen üzerindeki yaşam, Necm Suresi’de yer almıştır. Bu yıldız yeryüzünde Süleyman Tapınağı ile sembolize edilmiş ve çevresiyle beraber Yahudilere vaat edilen topraklar şeklinde Tevrat’ta yer almıştır. Yani aslında vaat edilen topraklar, Necm Suresi’nde geçen Şira adlı meva cennetinin yeryüzüne resmedilmiş sembolüdür.  

Mescidi Haram ise üzerinde yasakların, kısıtlamaların yani haramların geçerli olmasından dolayı “yasaklı secdegah” anlamında olup, Dünya gezegeninin sıfat isimlerinden biridir. Onun etrafında yapılan tavaf, Dünya gezegeni üzerindeki hayatı; Safa ve Merve tepeleri arasında geliş-gidişler ise Dünya hayatına doğum ve ölümlerden oluşan tekrar doğuş geliş-gidişlerini sembolize etmektedir. (“Dünya Cehennemi” adlı kitabımın konusudur.)

Allah’ın resulüne, İsra Suresi’nde bahsedildiği üzere Mescidi Haram’dan Mescidi Aksa’ya bir gece yürüyüşü yaptırılmıştır.

Ve heves edildiği zaman yıldıza andolsun. Arkadaşınız dalalete düşmedi ve azmadı. Ve o, hevesinden konuşmaz. O sadece O’na vahyolunan vahiydir. O’na çok şiddetli ve kudretli olan öğretti. Üstün güç sahibi göründü. Ve o, ufkun en yüksek yerinde. Sonra yaklaştı, ardından sarktı. Böylece iki yay mesafesi kadar, (hatta) daha yakın oldu. Böylece kuluna vahyedeceği şeyi vahyetti. Kalp, gördüğü şeyi yalanlamadı. Yoksa gördüğü şey hakkında mı tartışıyorsunuz? (53:1-12) 

Necm Suresi’ne adını (Necm) veren yıldız, öldükten sonra gidilecek Cennetlerden biri (Meva) olduğu için sure, bu yıldıza heves edilmesi üzerine bir yemin ile başlamaktadır.

Bizzat görerek tanık olduğu olayları, bu yolculuktan döndükten sonra insanlara anlatınca onlar; resul Muhammed’in gördükleri konusunda tartışmaya başlamışlardı. Çünkü resulün anlattıkları çok ilginç bir olaydı ve inanılması da çok zordu. Bu insanlara göre Muhammed gerçekten göğe yükseldiyse bir daha çıkıp oradan bir parça delil getirmeliydi ya da Allah'ı ve melekleri karşılarına getirmeliydi. Madem göğe yükselebiliyordu ve meleklerle görüşüyordu, o zaman altından evi olmalıydı. Ya da herkesin gözü önünde tekrar yükselmeliydi... Mademki Allah ve melekler ile görüşebiliyordu, neden bir melek yerine insan resul gelmişti?

Bu inanılması zor durum, başka ayetlerde de dile getirilmişti.   

Dediler ki: “Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe yahut altından bir evin olmadıkça ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz.” De ki: “Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resul olarak gönderilen bir beşerim.” (17:90-93)

Resul Muhammed’in bir gece vakti göğe çıkışıyla ilgili insanlara anlattıkları, onlarda (17:90-93) ayetlerinde bahsedilen sözlü tepkileri vermelerine sebep olmuştu. Üstelik bu yaşadığı şey, ilk de değildi.

Ve andolsun ki onu başka bir inişinde de gördü. (53:13)

Allah’ın resulü, gördüğü cenneti ilk defa görmemişti… Beden dışı yaptığı bu yolculuklarından birinin bahsi de İsra Suresi’nin başında geçmiştir. 

Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir. (17:1)

Bu tip ruhani yolculukları yaşayan tek resul Muhammed de değildir. Benzer bir itirazın Şuayb'a da yapıldığı görülmektedir...

“Sen sadece büyülenmişlerdensin.” dediler. "Ve sen, bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Ve biz, seni mutlaka yalancılardan zannediyoruz. Öyleyse eğer sen, sadıklardan isen üzerimize gökyüzünden bir parça düşür.” (26:185-187)

Görüldüğü gibi Şuayb da Muhammed gibi insanlara göğe çıktığını anlatmış; onlar da kendisine büyülenmiş olduğunu söyleyerek yalancı olduğunu ifade etmişlerdir. Ardından da kendisinden gökten getirmiş olduğu bir delil istemişlerdir. Necm Suresi’ne ve resul Muhammed’in tanık olduklarına dönersek…

Sidretül Münteha'nın yanında.  O’nun yanında Meva Cenneti…
O zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Göz şaşmadı ve aşmadı. Andolsun Rabbinin büyük ayetlerinden gördü. (53:14-18)

Resul Muhammed; Kuran’da Mescid-i Aksa (Uzak Mescid) ve Tarık Yıldızı (Yol Yıldızı) olarak da ifade edilen, İsrailoğulları’na da yeryüzünde Süleyman Tapınağı ile sembolize edilerek Cennet toprakları olarak vaad edilen bu yıldıza (İsra/Astral/beden dışı) bir yolculuk etmiş ve Cennet-ül Meva (İkamet edilen Cennet) olarak bahsedilen bu yerdeki Allah’ın büyük ayetlerinden bazılarına tanık olmuştur.

Siz, Lat ve Uzza’yı gördünüz mü? Ve diğerini, üçüncüsü Menat’ı? (53:19-20)

Oradaki yaşamı görmüş, oradan Dünya'ya gelen Dünya dışı elçilerin gerçek yaşamlarına tanık olmuş fakat Dünya'da şefaat etmeleri gerekçesiyle Lat, Uzza, Menat gibi isimler takılarak insanlar tarafından putlaştırıldıklarını anlamış olmalıdır. Aynı elçiler daha önce pek çok defa diğer resullerle de irtibata geçmişlerdir. 

Örneğin:

Ve onlara, o şehrin halkını misal ver. Onlara elçiler gelmişti.  Onlara iki göndermiştik. Fakat ikisini de yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü ile aziz kıldık. O zaman onlar: "Muhakkak ki biz, size gönderilmiş elçileriz." dediler. (36:13-14)

Bir diğer örnek:

Andolsun, elçilerimiz İbrahim’e müjde getirip “Selâm sana!” dediler. O, “Size de selâm” dedi ve kızartılmış bir buzağı getirmekte gecikmedi. Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içinde bir korku duydu. Dediler ki: “Korkma, çünkü biz Lut kavmine gönderildik.” (11:69-70)

İbrahim’e gelen elçiler, kendilerine ikram edilen yemeği yemeyince İbrahim onların insan olmadıklarını anlamış ve bu yüzden korkmuş olmalıdır.

Başka bir örnek:

Dediler: “Ey Lut! Muhakkak ki biz, senin Rabbinin resulleriyiz. Onlar sana asla ulaşamazlar. Hemen gecenin bir kısmında hanımın hariç ailen ile gece çık, yürü. Sizin içinizden biriniz geri dönmesin. Çünkü onlara isabet eden şey, ona da isabet edecek. Muhakkak ki onlara vaad edilen vakit, sabah vaktidir. Sabah vakti yakın değil mi?” (11:81)

Anlaşılan odur ki örneğin Lut'a gelen resuller, inananları helakten kurtardıkları için sonraki nesiller tarafından 'şefaat ediyorlar' gerekçesiyle putlaştırılmışlardır.

Erkek size de dişi O’na mı? Öyle ise bu çok insafsızca bir paylaştırmadır. Onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilâh edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar yalnız zanna ve nefislerin arzusuna tâbi oluyorlar. Andolsun ki kendilerine, Rableri katından yol gösterici gelmiştir. Yoksa insan, her temenni ettiği şeye sahip mi olacaktır? Oysa Ahiret de Dünya da Allah’ındır. Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri ancak Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar. Doğrusu ahirete inanmayanlar, meleklere "dişi" adını takarlar. Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zanna uyuyorlar. Şüphesiz zan, hakikat namına hiçbir şey ifade etmez. Öyle ise bizim zikrimizden yüz çeviren ve Dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden yüz çevir. İşte onların ilimden ulaşabildikleri nokta! Şüphesiz senin Rabbin, yolundan sapanı daha iyi bilir. O, hidayete ereni de daha iyi bilir. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, iyilik edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir. Onlar, ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve çirkin işlerden uzak duran kimselerdir. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması çok geniş olandır. Sizi, topraktan yarattığında da ve analarınızın karnında ceninler iken de en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, Allah’a karşı gelmekten sakınanları en iyi bilendir. Şimdi yüz çevireni; pek az verip de kaskatı cimrileşeni gördün mü? Gayb’ın ilmi kendi yanında da o gerçeği mi görüyor? Yoksa Musa’nın ve Allah’ın emirlerini bütünüyle yerine getiren İbrahim’in sahifelerindeki şu hakikatler kendisine haber verilmedi mi? Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan için ancak çalıştığı vardır. Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir. Sonra çalışmasının karşılığı kendisine tastamam verilecektir. Şüphesiz en son varış rabbinedir. Şüphesiz O, güldürür ve ağlatır. Şüphesiz O, öldürür ve diriltir. Şüphesiz O, iki eşi, erkeği ve dişiyi, atıldığında az bir sudan yaratmıştır. Şüphesiz tekrar diriltmek de O’na aittir. Şüphesiz O, başkalarına muhtaç olmaktan kurtardı ve varlık sahibi kıldı. Ve muhakkak ki Şira’nın (Sirius'un) Rabbi O’dur. (53:21-49)

İnsanlar, görevli elçileri şefaat ediyorlar gerekçesiyle putlaştırmışlar ve onların mahiyetlerini biliyorlarmış gibi nefslerinin arzusuna uyarak onlara Lat, Uzza ve Menat gibi dişi isimleri takmışlardır. Hâlbuki Allah, onlar hakkında insanlara hiç bir bilgi vermemiştir. Allah tarafından insanlara yol gösterici hidayet rehberi gelmiştir. İnsanlar her temenni ettikleri şeyi elde edemezler. Dünya’nın da ahiretin de sahibi Allah’tır. Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere şefaat edecek göklerde melekler vardır. Meleklerin mahiyetlerini bilmeden, zanna uyarak onlara dişi isimleri vermek büyük bir yanlıştır. Allah’ın zikri olan Kuran’dan yüz çeviren ve Dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden aynı şekilde yüz çevirmek ve uzak durmak gerekmektedir. Allah, doğru yoldan sapanı da hidayete ereni de iyi bilmektedir. Göklerdeki ve yerdeki her şeyin sahibi Allah’tır. Bunun böyle olmasının sebebi; kötülük edenlerin yaptıklarıyla cezalandırılması, iyilik edenlerin de daha güzeliyle mükâfatlandırılmasıdır. İyilik edenler, ufak tefek kusurların dışında büyük günahlardan ve çirkin işlerden uzak dururlar. Allah’ın, bağışlaması boldur. Allah, insanın yaratılışındaki her aşamada onu çok iyi bilmektedir. Kimin kendisine karşı gelmekten sakındığını da çok iyi bilmektedir.

Gaybda başına geleceklerden habersiz olarak Allah’ın zikrinden yüz çevirip, zikrin gereklerini yapmayanlar, Dünya malı, mülkü uğruna cimrileşenler bu yaptıklarının karşılığını göreceklerdir. Herkes yaptığının karşılığını bulacak, hiçbir günahkâr bir başkasının günahını yüklenmeyecektir. Şüphesiz ki son varış rabbedir. Güldüren ve ağlatan, öldüren ve dirilten O’dur. İnsanları O yaratmış ve öldükten sonra tekrar diriltecek olan da O’dur.

Öldükten sonra gidilecek cennet mekânlardan biri olduğu ve o cennette kendine özgü bir yaşam mevcut olduğu için “Şira’nın Rabbi de O’dur” denilmiştir. Mevcut Tevrat’ta Siyon olarak geçen, gökyüzünün en parlak yıldızı olan Şira’nın günümüz astronomisindeki adı Sirius’tur.     

Kısacası resul Muhammed’e, Dünya’dan Sirius’a (yörüngesindeki bir gezegene) beden dışı (İsra Yürüyüşü olarak adlandırılan Astral Seyahat) bir yolculuk yaptırılmış; resul, oradaki yaşama tanık olmuştur. Bu tanıklığı da Necm Suresi’nde insanlığa anlatılmıştır.

Resul, gerçek Mescidi Aksa’ya beden dışı (İsra Yürüyüşü/Astral Seyahat) bir yolculuk yaparak oradaki hayata tanık olunca aklı, “cennetül meva” olarak bahsedilen o yerde kalmıştır. Dolayısıyla (2:144) ayetinde de bahsedildiğine göre yüzünü sürekli göğe doğru çevirmektedir… Bunun sebebi, resulün hoşlanacağı gerçek Mescidi Aksa’nın yeryüzünde bulunmayışı ve bunun namazla bir ilgisinin olmayışıdır.

Resulün ulaşmak istediği gerçek hayat orasıdır ancak yeryüzündeki risalet görevi o esnada henüz tamamlanmamıştır. Bu yüzden resulün ve diğer mümin insanların o cennete ulaşmalarının tek yolu görev, sınav ve dolayısıyla tekâmül açısından Dünya hayatı üzerindeki rollerini başarıyla tamamlamalarıdır. İşte kendilerine kitap verilen kimseler bunun Rablerinden bir hak olduğunu bu şekilde bilmektedirler.  

Resulün o cennete girmiş ve oradaki hayata başlamış olması yani razı olup, hoşlanacağı Kıbleye ulaşması ancak yeryüzünde vefat ettikten sonra gerçekleşmiş olmalıdır. Zira “Seni hoşlanacağın kıbleye (KIBLETEN) elbette döndüreceğiz.” denilmiş fakat bu vaat yeryüzünde yaşam sürerken gerçekleşmemiştir.

Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi getirsen de onlar yine senin kıblene (KİBLETEKE) uymazlar. Sen de onların kıblesine (KİBLETEHUM) uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine (KİBLETE) de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun. (2:145)

Allah’ın resulü Muhammed, kendilerine kitap verilenlere büyük bir mucize olarak Allah’ın izniyle Kuran’ı getirmiş ve böylece onlara çok önemli bir gayb bilgisini hatırlatmıştır. Bu gayb bilgisi, Dünya hayatında takva sahibi olanların öldükten sonra yaptıklarının mükâfatı olarak cennette diriltilecekleridir.  Aynı bilgiler Musa’nın ve İbrahim’in sahifelerinde de daha önce bildirilmiştir. İşte müminlerin Kıblesi budur. Yani bir başka ifadeyle Allah’ın zikri doğrultusunda yaşam sürmek ve öldükten sonra dirilecek cenneti hedeflemek…

Bu yüzden müminler, bu Kıbleye inanmayanların Kıblelerine uymazlar. Çünkü onların Kıblesi, Allah’ın doğru yolunda ilerlemek olmadığı gibi, Dünya hayatının geçici menfaatlerinin peşinden koşmaktır. Dolayısıyla inkârcıların menfaatlerinin farklı olması yüzünden birbirlerinin Kıblesine de uymazlar. Kendilerine verilen ilme yani gayb bilgisine rağmen inkârcıların geçici Dünya nimetlerini hedefleyen Kıblesine uyan müminler zalimlerden olmuş olurlar.

Kendilerine kitap verdiklerimiz onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden birtakımı bile bile gerçeği gizlerler. (2:146)

Kendilerine kitap verilenler, Allah’ın resulü Muhammed’i çok iyi tanımaktadırlar. Çünkü Muhammed, kendilerine inzal edilmiş hak kitaplarda bildirilmiştir. Ancak bu bilgileri gizlemekte ya da saptırmaktadırlar.

Hak Rabbindendir. Artık, sakın şüpheye düşenlerden olma! (2:147)

Allah’ın zikri Kuran, Allah’ın resulü Muhammed ve insanlığa bildirdikleri şüphesiz gerçeklerdir. 

Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter. (2:148)

Ve nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ve bu elbette Rabbinden bir haktır. Ve Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir. (2:149)

Nereden yola çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. Siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü Mescid-i Haram’a doğru çevirin ki zalimlerin dışındaki insanların elinde bir koz olmasın. Zalimlerden korkmayın, benden korkun. Böylece size nimetlerimi tamamlayayım ve doğru yolu bulasınız. (2:150)

Kıblenin bir yaşam tarzı olduğunun diğer bir göstergesi, (2:148-150) ayetleridir. Herkesin yöneldiği bir yön vardır.” ifadesinin namazda dönülen yön olmadığı, gerçek Kıblenin bir amaç doğrultusunda ve Allah’ın dilediği şekilde yaşamak olduğu; ayetin devamında insanlardan hayırlara koşmalarının ve hayırlarda yarışmalarının istenmesinden anlaşılmaktadır.

Müminler yaşamları boyunca yüzlerini Mescid-i Haram’a dolayısıyla yasakların (haramların) söz konusu olduğu secdegah olan Dünya hayatındaki sınavlarını başarıyla sonuçlandırmalarını sağlayacak yaşam tarzına dönmelidir. Bu sayede Dünya hayatı sınavlarını kazanacak ve vefatlarından sonra Mescidi Aksa’ya yani cennetül meva (ikamet cenneti) olan Şira’ya ulaşacaklardır. Bunun böyle olması, rablerinden gelen bir haktır ve herkes kazandıklarının karşılığını görecektir. Müminler zalimlerden değil, Allah’tan korkmalı; Allah’ın öğütleri doğrultusunda yaşayarak hidayete ermelilerdir. Allah da böylece insanlara olan nimetini tamamlayacaktır. 

Kıble ile ilgili ayetlerde görüldüğü gibi, Kıblenin namaz kılma esnasında dönülmesi gereken bir yön olduğu ifade edilemez. Ayetlerde kastedilen Mescid-i Haram’ın, Kâbe denilen dört duvardan oluşan yapı ve aynı zamanda Kıble olduğu düşünüldüğünde bu Kıbleye salât sırasında dönüleceğinin Kuran’da bir delili yoktur. Çünkü anlamı “namaz kılmak” fiili ile örtülmüş olan salâtın ikamesi şekilsel bir ibadet değildir. Ayrıca Kıble de salâtın bir parçası değildir.

Musa’ya ve kardeşine, “Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi kıble (KIBLETEN) ve salât ikame edilecek (EKİMUS SALATE) yerler yapın. Müminleri müjdele” diye vahyettik. (10:87)

(10:87) Ayeti Kıblenin, “salâtın ikamesi” fiili ile birlikte geçtiği tek ayettir. Bu ayette ise Musa’ya ve kardeşine, kavimleri için Mısır’da evler hazırlamaları ve evlerini Kıble ve salât ikame edilecek yerler yapmaları istendiğinin vahyedildiği açıklanmıştır. Allah bu ayet ile Musa ve kardeşinin kavmine, evlerini Kıble yapmalarını yani aile düzeninde yaşam kurmalarını ve evlerini salât ikame edilecek yerler yapmalarını yani yaşamlarında uygulamak amacıyla vahyi evlerinde okuyup, öğrenmelerini emretmiştir.

Kıble konusunu iyi anlamak için öncesinde İbrahim’in kelimelerle imtihanını, duasını, insanlara imam oluşunu ve milletini iyi anlamak gerekmektedir.

Kısacası Kıble; İbrahim Milleti’nin yaşam tarzı doğrultusunda olmaktır, bu doğrultuda yaşam tarzı sürmektir. İbrahim’in Milleti olan ümmetin Mescidi Haram olan Dünya’da hayatlarının sınavını vererek Mescidi Aksa'ya yani Cennete ulaşabilmeleri için sadece Resul’e, dolayısıyla Allah’ın kitabına ve hikmetine uymaları, Allah’ın Sıratı Müstakim dediği doğru yol üzerinde ilerlemeleridir. Yani Kıble, Allah’ın öğütlediği doğru yol üzerindeki bir yaşam tarzı ve dolayısıyla stratejik bir hedeftir. Kıble, Allah’ın önerdiği ve kabul edeceği doğrultuda yaşam sürmek, Allah’ın doğru yolu istikametinde ilerlemektir. Kıble, sıratı müstakimin yani Allah’ın doğru yolunun istikametidir. 

-      İçerisinde Kıble Kelimesi ve Kelimenin Türevleri Geçen Ayetler

2. Bakara Suresi: 4, 21, 25, 48, 89, 91, 108, 118, 123, 127, 142, 143, 144, 145, 177, 183, 198, 214, 237, 254, 286.
3. Ali İmran Suresi: 4, 11, 35, 37, 85, 90, 91, 93, 137, 143, 144, 164, 183, 184, 186.
4. Nisa Suresi: 26, 47, 60, 94, 131, 136, 159, 162, 164.
5. Maide Suresi: 5, 27, 34, 36, 57, 59, 75, 77, 102.
6. Enam Suresi: 6, 10, 28, 34, 42, 84, 111, 148, 156, 158.
7. Araf Suresi: 27, 38, 53, 101, 123, 129, 155, 173.
8. Enfal Suresi: 52, 54, 71.
9. Tevbe Suresi: 30, 48, 50, 53, 54, 69, 70, 104, 107.
10. Yunus Suresi: 13, 16, 39, 74, 87, 91, 94, 102.
11. Hud Suresi: 17, 49, 62, 78, 109, 116.
12. Yusuf Suresi: 3, 6, 26, 37, 64, 71, 76, 77, 80, 82, 100, 109.
13. Rad Suresi: 6, 30, 32, 38, 42.
14. İbrahim Suresi: 9, 22, 31, 40, 44.
15. Hicr Suresi: 10, 27, 47.
16. Nahl Suresi: 26, 33, 35, 43, 63, 118.
17. İsra Suresi: 58, 77, 92, 107.
18. Kehf Suresi: 55, 109.
19. Meryem Suresi: 7, 9, 23, 67, 74, 98.
20. Taha Suresi: 71, 90, 114, 115, 128, 130, 134.
21. Enbiya Suresi: 6, 7, 24, 25, 34, 41, 51, 76.
22. Hac Suresi: 42, 52, 78.
23. Müminun Suresi: 83.
24. Nur Suresi: 4, 34, 55, 58, 59.
25. Furkan Suresi: 20.
26. Şuara Suresi: 49.
27. Neml Suresi: 37, 38, 39, 40, 42, 46, 68.
28. Kasas Suresi: 12, 31, 46, 48, 52, 53, 78.
29. Ankebut Suresi: 3, 18, 48.
30. Rum Suresi: 4, 9, 42, 43, 47, 49.
32. Secde Suresi: 3, 26.
33. Ahzab Suresi: 15, 38, 49, 62.
34. Sebe Suresi: 44, 45, 53, 54.
35. Fatır Suresi: 4, 25, 44.
36. Yasin Suresi: 31.
37. Saffat Suresi: 27, 44, 50, 71, 94.
38. Sad Suresi: 3, 12, 16.
39. Zümer Suresi: 8, 25, 50, 54, 55, 65.
40. Mümin Suresi: 3, 5, 21, 34, 67, 74, 78, 82.
41. Fussilet Suresi: 25, 43, 48.
42. Şura Suresi: 3, 25, 47.
43. Zuhruf Suresi: 21, 23, 45.
44. Duhan Suresi: 17, 37, 53.
46. Ahkaf Suresi: 4, 12, 16, 17, 18, 24.
47. Muhammed Suresi: 10.
48. Fetih Suresi: 15, 16, 23.
49. Hucurat Suresi: 13.
50. Kaf Suresi: 12, 36, 39.
51. Zariyat Suresi: 16, 29, 46, 52.
52. Tur Suresi: 25, 26, 28.
53. Necm Suresi: 52.
54. Kamer Suresi: 9.
55. Rahman Suresi: 56, 74.
56. Vakıa Suresi: 16, 45.
57. Hadid Suresi: 10, 13, 16, 22.
58. Mücadele Suresi: 3, 4, 5.
59. Haşr Suresi: 9, 15.
62. Cuma Suresi: 2.
63. Münafikun Suresi: 10.
64. Teğabun Suresi: 5.
67. Mülk Suresi: 18.
68. Kalem Suresi: 30.
69. Hakka Suresi: 9.
70. Mearic Suresi: 36.
71. Nuh Suresi: 1.

-      Kıble Kelimesinin Kuran’daki Türevleri

Kaf-Be-Lam kök harflerinden oluşan “kıble” kelimesi, Kuran’da 13 türemiş formda olmak üzere toplam 294 kez kullanılmıştır. Bunlar;

Fiil formunda kullanıldığı 9 yerde “kabul etmek, kabul edilme, kabul edilmeme” anlamlarında geçmiştir.

Bu ayetler: (2:48, 123), (3:85, 90, 91), (9:54, 104), (24:4), (42:25).

Örnekler: 

Öyle bir günden sakının ki o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz (YUKBELU) ve fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez. (2:48)

Kim İslâm’dan başka bir din ararsa ondan kabul edilmeyecek (YUKBELE) ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. (3:85)

Onların harcamalarının kabul edilmesini (TUKBELE) engelleyen, onların Allah ve Resulünü inkâr etmeleri ve salâtı ikameye ancak üşenerek gelmeleri ve istemeyerek harcamalarından başka bir şey değildir. (9:54)
Namuslu kadınlara zina isnat edip sonra da dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin (TAKBELU). İşte bunlar fasık kimselerdir. (24:4)

O, kullarından tövbeyi kabul eden (YAKBELU) ve kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir. (42:25)

Fiil formunda kullanıldığı diğer 9 yerde “dönmek, yaklaşmak, kabul etmek” anlamlarında geçmiştir.

Bu ayetler: (12:71, 82), (28:31), (37:27, 50, 94), (51:29), (52:25), (68:30)

Örnekler: 

Onlara dönüp/onları kabul edip (AKBELU) dediler: "Ne kaybettiniz?" (12:71)

"İçinde bulunduğumuz kente, beraberinde döndüğümüz/kabul gördüğümüz (AKBELNA) kervana sor. Biz gerçeğin ta kendisini söylüyoruz." (12:82)

“Değneğini at.” Onu bir yılanmış gibi süratle hareket eder görünce arkasına bakmadan dönüp (AKBİL) kaçtı. “Ey Musa! Beri gel, korkma. Çünkü sen güvenlikte olanlardansın.” (28:31)

Birbirlerine dönüp (AKBELE) sorarlar. (37:27)

Fiil formunda kullanıldığı diğer 10 yerde “kabul etmek” anlamında geçmiştir. (Bir ayette birden fazla geçmiş.)

Bu ayetler: (2:127), (3:35, 37), (5:27, 36), (9:53), (14:40), (46:16).

Örnekler: 

Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin temellerini yükseltiyor, “Ey Rabbimiz! Bizden kabul (TEKABBEL) buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” diyorlardı. (2:127)

Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul (FETEKABBELEHA) ile kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. “Meryem! Bu sana nereden geldi?” derdi. O da “Bu, Allah katından” diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir. (3:37)

Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul (FETUKUBBİLE) edilmiş, ötekinden kabul (YUTEKABBEL) edilmemişti. Kurbanı kabul (YETEKABBELU) edilmeyen, “Andolsun seni mutlaka öldüreceğim” demişti. Öteki, “Allah, ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder” demişti. (5:27)

“Rabbim! Beni salâtı ikameye devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat. Rabbimiz! Duamı kabul (VETEKABBEL) eyle.” (14:40)

İsim formunda kullanıldığı 1 yerde “kabile” anlamında geçmiştir. 

Bu ayet: (49:13)

Ey insanlar! Şüphe yok ki biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere (KABAİLE) ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır. (49:13)

Zarf formunda kullanıldığı 2 yerde “dönmek, döndürmek” anlamlarında geçmiştir. 

Bu ayetler: (2:177), (70:36).

İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz/döndürmeniz (KİBELE) değildir. Asıl iyilik Allah’a ve ahiret gününe ve meleklere ve kitap ve nebilere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen onu yakınlara ve yetimlere ve yoksullara ve yolda kalmışa ve isteyene ve kölelere verenlerin; salâtı ikame eden ve zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir. (2:177)

Şimdi ne oluyor o inkâr edenlere ki sana doğru (KİBELEKE) boyunlarını uzatarak koşuyorlar. (70:36)

İsim formunda kullanıldığı diğer 2 yerde “dönmek” anlamında geçmiştir. 

Bu ayetler: (27:37), (57:13).

“Sen onlara dön (KİBELE). Andolsun biz onlara, karşı koyamayacakları ordularla gelir ve onları oradan aşağılanmış ve küçük düşürülmüş olarak çıkarırız.” (27:37)

Münafık erkeklerle münafık kadınların, iman edenlere, “Bize bakın ki sizin ışığınızdan biz de aydınlanalım” diyecekleri gün kendilerine, “Arkanıza dönün (KİBELİHİ) de bir ışık arayın” denilecektir. Derken aralarına kapısı olan bir sur çekilir. Bunun iç tarafında rahmet, onlar tarafındaki dış cihetinde ise azap vardır. (57:13)

İsim formunda kullanıldığı diğer 197 yerde “önce, benden önce, senden önce, sizden önce, ondan önce, onlardan önce, bizden önce, daha önce” anlamlarında geçmiştir.  (Bazı ayetlerde birden fazla geçmiş.)

Bu ayetler: (2:4, 21, 25, 89, 91, 108, 118, 183, 198, 214, 237, 254, 286), (3:4, 11, 93, 137, 143, 144, 164, 183, 184, 186), (4:26, 47, 60, 94, 131, 136, 162, 164), (5:5, 34, 57, 59, 75, 77, 102), (6:6, 10, 28, 34, 42, 84, 148, 156, 158), (7:38, 53, 101, 129, 155, 173), (8:52, 54, 71), (9:30, 48, 50, 69, 70, 107), (10:13, 16, 39, 74, 94, 102), (11:17, 49, 78, 109, 116), (12:3, 6, 64, 77, 80, 100, 109), (13:6, 30, 32, 38, 42), (14:9, 22, 31, 44), (15:10, 27), (16:26, 33, 35, 43, 63, 118), (17:107), (19:7, 9, 67), (20:90, 114, 115, 134), (21:25, 34, 41, 51, 76), (22:52, 78), (23:83), (24:34, 55, 58, 59), (27:42, 68), (28:12, 46, 48, 52, 53, 78), (29:3, 18, 48), (30:4, 9, 42, 43, 47, 49), (32:3, 26), (33:15, 38, 49, 62), (34:45, 53, 54), (35:4, 25, 44), (38:3), (39:8, 25, 50, 54, 55, 65), (40:21, 34, 67, 74, 78, 82), (41:25, 43, 48), (42:3, 47), (43:21, 23, 45), (44:37), (46:4, 12, 17, 18), (47:10), (48:15, 16, 23), (51:46, 52), (52:28), (53:52), (57:10, 16, 22), (58:3, 4, 5), (59:9, 15), (62:2), (63:10), (64:5), (67:18), (71:1)        
           
Örnekler: 

Onlar sana inzal edilene de senden önce (KABLİKE) inzal edilene de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. (2:4)

Allah size açıklamak ve sizden öncekilerin (KABLİKUM) yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah Bilendir, Hâkim’dir. (4:26)

Daha önce (KABLU) Nuh’un kavmini helâk etmişti. Şüphesiz onlar daha zalim ve daha azgın kimselerdi. (53:52)
"Milletine can yakıcı bir azap gelmezden önce (KABLİ) onları uyar" diye Nuh'u milletine gönderdik. (71:1)

Zaman Zarfı formunda kullanıldığı diğer 45 yerde “önce, daha önce, senden önce” anlamlarında geçmiştir.  (Bazı ayetlerde birden fazla geçmiş.)

Bu ayetler: (4:159), (7:123), (10:91), (11:62), (12:37, 76), (13:6), (17:58, 77), (18:109), (19:23, 74, 98), (20:71, 128, 130), (21:6, 7, 24), (22:42), (25:20), (26:49), (27:38, 39, 40, 46), (34:44), (36:31), (37:71), (38:12, 16), (40:5), (44:17), (50:12, 36, 39), (51:16), (52:26), (54:9), (55:56, 74), (56:45), (69:9).        

Örnekler: 

Kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki ölümünden önce (KABLE) ona iman edecek olmasın. Kıyamet günü, o onların aleyhine şahit olacaktır. (4:159)

Senden önce (KABLEKE) gönderdiğimiz resullerimiz hakkındaki kanun böyledir. Bizim kanunumuzda hiçbir değişme bulamazsın. (17:77)

Derler ki: “Şüphesiz daha önce (KABLU) biz, ailemiz içinde yaşarken korkardık.” (52:26)

Firavun, ondan öncekiler (KABLEHU) ve yerle bir olan şehirler hep o suçu işlediler. (69:9)

İsim formunda kullanıldığı diğer 3 yerde “karşılarına, karşılarında, ön, önden, önceki” anlamlarında geçmiştir.

Bu ayetler: (6:111), (12:26), (18:55).

Biz onlara melekleri de indirseydik, kendileriyle ölüler de konuşsaydı ve her şeyi karşılarında (KUBULEN) toplasaydık, Allah dilemedikçe yine de iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu bilmiyorlar. (6:111)

Yusuf, “O, benden arzusunu elde etmek istedi” dedi. Kadının ailesinden bir şahit de şöyle şahitlik etti: “Eğer onun gömleği önden (KUBULÜN) yırtılmışsa kadın doğru söylemiştir, o yalancılardandır.” (12:26)

İnsanlara hidayet geldikten sonra onların inanmalarına ve Rab’lerinden mağfiret dilemelerine ancak öncekilerin (KUBULAN) başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesi ya da kendilerine azabın göz göre göre gelmesi engel olmuştur. (18:55)

İsim formunda kullanıldığı diğer 7 yerde “namazdaki Kıble” anlamında geçmiştir. (Bir ayette birden fazla geçmiş.)

Bu ayetler: (2:142, 143, 144, 145), (10:87).

İnsanlardan bazı beyinsizler diyecekler ki: “Onları üzerinde bulundukları kıbleden (KİBLETİHİMU) çeviren nedir?” De ki: “Doğu ve Batı Allah’ındır. O, dilediği kimseyi doğru yola iletir.” (2:142)

Böylece, sizler insanlara birer şahit olasınız ve resul de size bir şahit olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık. Her ne kadar Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğunu ancak resule tabi olanlarla gerisingeriye dönecekleri ayırt edelim diye kıble (KİBLETE) yaptık. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir. (2:143)

Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye (KİBLETEN) çevireceğiz. Yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü hep onun yönüne çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir. (2:144)

Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi getirsen de onlar yine senin kıblene (KİBLETEKE) uymazlar. Sen de onların kıblesine (KİBLETEHUM) uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine (KİBLETE) de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun. (2:145)

Musa'ya ve kardeşine şunu vahyettik: “Kavminiz için kendilerini yerleştirmek üzere Mısır'da evler hazırlayın. Evlerinizi kıble yapın (KİBLETEN) ve salâtı ikame edin ve inananları müjdele.” (10:87)

İsim formunda kullanıldığı diğer 1 yerde “kabul” anlamında geçmiştir.

Bu ayet: (3:37)

Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul (BİKABULİN) buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. “Meryem! Bu sana nereden geldi?” derdi. O da “Bu, Allah katından” diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir. (3:37)

İsim formunda kullanıldığı diğer 2 yerde “kabile, karşı” anlamlarında geçmiştir.

Bu ayetler: (7:27), (17:92).

Ey Âdemoğulları! Avret yerlerini kendilerine açmak için elbiselerini soyarak ana babanızı cennetten çıkardığı gibi, şeytan sizi de saptırmasın. Çünkü o ve kabilesi (KABİLUHU), onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kılmışızdır. (7:27)

“Yahut iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve melekleri karşımıza (KABİLAN) getirmelisin.” (17:92)

Aktif Kısım formunda kullanıldığı 1 yerde “kabul” anlamlarında geçmiştir.

Bu ayet: (40:3)

O, günahı bağışlayan, tevbeyi kabul (KABİLİ) eden, cezası şiddetli, lütfu bol olandır. O'ndan başka ilah yoktur, dönüş O'nadır. (40:3)

Aktif Madde formunda kullanıldığı 5 yerde “karşılıklı, karşı karşıya” anlamında geçmiştir.

Bu ayetler: (15:47), (37:44), (44:53), (46:24), (56:16).

Biz, onların kalplerindeki kini söküp attık. Artık onlar sedirler üzerinde, kardeşler olarak karşılıklı (MUTEKABİLİNE) otururlar. (15:47)

Koltuklar üzerinde karşılıklı olarak (MUTEKABİLİNE) otururlar. (37:44)

İnce ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyinerek karşılıklı (MUTEKABİLİNE) otururlar. (44:53)

Onların üzerinde karşılıklı (MUTEKABİLİNE) yaslanırlar. (56:16)

Aktif Madde formunda kullanıldığı 1 yerde “yönelmek” anlamlarında geçmiştir.

Bu ayet: (46:24)


O azabı vadilerine doğru yönelen (MUSTAKBİLE) bir bulut olarak gördüklerinde, “Bu, bize yağmur getiren bir buluttur” dediler. Hud, “Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde elem dolu azabın bulunduğu bir rüzgârdır” dedi. (46:24)

En Doğrusunu ALLAH Bilir.

Bülent DİLAVER
_iNsaNOĞLU_

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder